38,4292$% 0.2
43,8350€% -0.02
51,3195£% -0.01
4.099,20%-0,71
3.318,98%-0,90
9.432,55%-0,61
Yakın dönemin sosyal, kültürel ve etnografik çalkantılarının, belki de en önemlisi olan “mübâdele”, politik ve hukuksal anlamda çok net bir çözüm olarak kabul edilse de “insanî” yönüyle, ata yurtlarını terk etmek zorunda kalanlara derin acılar yaşatan bir süreç olmuştur. Mübadeleden en çok etkilenen yerleşimlerden biri de Kemalpaşa’dır; “hem gidenler hem de gelenler” açısından…
Yaklaşık yüz elli yıl önce Türklerin “Nif”, komşuları Rumların “Nifyo” dedikleri bu coğrafyada, her iki kesim için de güvene dayalı karşılıklı komşuluk ilişkileri kurulmuştu. Sosyolojik kültürel geçişkenliğin aslında iki temel kanalı vardı; bunların ilki çocuklar, diğeri ise kadınlardı: Türk çocuklar, Rum komşu çocukları gibi soğan kabuğunda kaynatılmış yumurta ile başlayan etkinliklerde neşeyle vakit geçirirken çocuğu olmayan ya da bir dileği olan kadınlar, tıpkı Rum komşularının yaptığı gibi kutsal mekanlarda mum yakmayı öğrenmişti. Rum komşu ise Ramazan ayında ortalıkta yemek yemenin ve bir şeyler içmenin ayıp olduğuna yürekten inanmıştı; Paskalya ya da Kurban Bayramı da ortaktı Nifli Müslüman Türkler ve komşusu Rumlar için…
Sadece Nif örneğinde değil Ege genelinde de durum benzer olduğu, her iki tarafın komşuluk ilişkilerinin yakınlık, paylaşma ve dayanışma üzerine kurulu olduğu söylenebilir. Dr. Pelin Böke’nin “Tanıklıklar” adlı kitabında 1908 Alaşehir doğumlu Muhterem Temel, gayrimüslim komşuları arasında, Rumların diğerlerinden çok daha ayrıcalıklı konumda yer aldığının altını çizer bir biçimde “Yahudilerin havrası vardı, hem de bizim mektebe yakındı. Yahudi havrasına girmedim. Rumların daha şeydi, girerdik, orada oyun oynardık, Rum çocuklarıyla, bizim mahallenin çocuklarıydı.” onlar demektedir.
Bağyurdu’ndan, 1914 doğumlu Mehmet Rahmi Aygün, komşusu ve yaşı kırkın üzerindeki olan Rumların bazılarının “biz Osmanlı İmparatorluğu’nda şahane yaşadık, bu (işgal RS) bizim rahatımızı bozacak.” dediklerini ve bu işgale Rumların tepkili olduğunu, öte yandan yaşı kırkın altında olanların ise genellikle işgal taraftarı olduklarını anlatır. Yukarı Kızılca’dan 1911 doğumlu Muammer Öztürk, işgal sırasında ve sonrasında “(yerli Rumlardan) bazılarıyla bozuldu, bazılarıyla iyiydi (aramız). Bazı Rumlar şımardı. Mesela eziyet yapıyorlardı. Bazılarıyla eski dostluklar devam ediyordu.” demektedir.
Mehmet Baloğlu da bu konu üzerine “hatta bir rivayet ederlerdi; onlar Yunan’ın İzmir’e gelişini bile istememişler. Yunan devletinin Türkiye’yi işgal edecek gücü ve kuvveti yok, bu nasıl buraya girdi, bizim rahatımızı kaçırdı Türkiye’de. Türkiye’de çok Rum vardı. Yukarı Kızılca’da yarıdan fazla. Hatta onlar iyice kaynaştılar birbirleriyle. Kemalpaşa’da da öyleydi… Yani demek istiyorum, yerli Rumlar Yunanlıların Türkiye’ye gelişine bile kendi rahatımızı kaçırdılar şeklinde konuşurdu.” ifadeleriyle izlenimlerini aktarmaktadır. Yiğitlerden Musa Sever, Parsa’nın muhtarı olan Tifan adlı Rum’un Türk komşusu Hacı Bekir’e, Yunanlılar için “bu köpek geldi, bizim huzurumuz kaçacak” dediğini nakleder. Musa Sever’in sözünü ettiği Tifan’ın Parsa’ya (günümüzde Bağyurdu) muhtar olacak kadar en önemli idarî konumda bulunması aynı zamanda hem Türk hem de dindaşı Rumlarca güvenilir nitelikte biri olarak kabul edildiğini gösterir.
Nifli Müslüman Türkler ve Ortodoks Rumlar arasındaki güçlü temellere dayalı komşuluk ilişkileri aşama aşama 1897 Türk-Yunan Harbi ile başlayıp Balkan Savaşları ile şiddetlenerek neredeyse bir kan davası boyutuna kitlesel olarak ulaşsa da Nif’teki komşuluğu pek etkilememiştir. Ancak Yunan ordusunun İzmir’i 15 Mayıs 1919’da işgali sırasında Hasan Tahsin’in “ilk kurşunu” atması ile Sarıkışla önünde yaşananlar, aslında kanlı işgalin küçük bir provası olarak dalga dalga Anadolu’nun batısından doğusuna kadar anlatı olarak yayılmıştır. Ziraat Bankası’nın önündeki merdivenlerden kanların oluk oluk aktığı o gün, yerli Rumların hepsi değil ama büyük bir kısmının gurur, komşusu Türklerin ise endişe ve korku duyduğu bir gün olmuştur. Türklerin endişesi, insani nedenlerle netti; genç erkekleri Yemen’de, Kafkasya’da, Galiçya’da; İmparatorluk coğrafyasının adını bile duymadıkları cephelerinde askerlik görevini yapıyordu yani vatan savunmasındaydı. Tam bu noktada Yukarı Kızılca’dan bir erin Kafkas cephesinde esir düştükten yıllarca sonra köyüne mucizevî bir biçimde nasıl gelebildiğini ve geldiğinde köyünün Yunan işgali altında olduğunu görmesinin ne denli “insanî” bir trajedi olduğunu düşünmenizi isterim…
Aslında, İzmir’de Hasan Tahsin tarafından atılan ilk kurşun, Türklerin öz yurt bildikleri bu coğrafyayı öyle çok kolay terk etmeyeceklerinin; Yunanlıların bu ilk kurşuna verdikleri orantısız karşılık ise Anadolu’ya “söyledikleri gibi” masumane ve insanî bir amaçla gelmediklerinin açık bir göstergesi olmuştur.İzmir’den çok kısa bir süre sonra, 27 Mayıs’ta Nif işgal edilir; bu süreç, Nif’te komşuluk ilişkilerinin gerçek bir kırılma noktasıdır. Aslında Nif, ne o eski Nif’tir ne de komşuluk o eski komşuluktur…. Özellikle Yunan işgali sayesinde burada kalıcı olacaklarını düşünen Nifli genç Rumların, Türk komşularına karşı yaptıkları saldırı, gasp, taciz hatta cinayet işlemeye kadar varan taşkınlıkları, Nif’te, yakın ve güvene dayalı komşuluk ilişkilerini tamamen bitirecek boyuta vardırmıştır.
Nikou Karara, Atina’da 1968 yılında yazdığı, Türkçeye “Nifyo / İzmir Yakınlarında Bizans Görkeminde (İhtişamına) Sahip Bir Yerleşim” adıyla çevirebileceğimiz kitabında “Rabbimiz yardım etti ve savaşın sonu Türkiye ve müttefiklerinin yenilgisiyle geldi. Sonra göğüsteki ses kısıklığı gitti ve dünya rahat bir nefes aldı. Yunan tarafında yaşananlar – eski acıların unutulmasına, mazlumların gözyaşlarının kurumasına, eski acıların tarifsiz bir mutluluğa dönüşmesine neden oldu.” diye yazacaktı kitabında…
Ama aslında, Yunanlıların “Magala İdea” hedeflerinin önemli bir adımı olan “Küçük Asya Zaferi” giderek “Küçük Asya Felaketi” olmaya Sakarya’da başlamamıştı. Sakarya Savaşı’ndan sonra Pelin Böke’nin ifadesiyle “Türk ordusunun Ağustos sonunda başlayan ve uzun süredir bekleyen taarruz haberi İzmir’de duyulduğunda, bunun Müslüman kesim arasında büyük bir sevinç uyandırdığına kuşku yok.” Yunanlıların, çekildikleri her yeri; köy ve kasabaları yakmaları, yaptıkları tecavüz ve cinayetler, Türklerin vicdanında, haklı olarak kin, nefret ve intikam duygusuna dönüşüyordu.
Nikau Karara, o günlerdeki Rumların durumunu, “Yunanistan’daki siyasi durum ve buna bağlı olarak Küçük Asya’daki askeri durum hiç de iyi görünmüyordu. Eski köleler, çevrelerinde gördükleri askeri kazalar karşısında başlarına bir felaket geleceğinden şüphelenmeye ve korkmaya başladılar. – Ve korkuları her geçen gün, her geçen saat, her geçen an daha da güçlendi, ta ki her şeyin kaybolduğunu fark edene kadar. Özgürlük güzel ama aldatıcı bir rüyaydı.” biçiminde lirik ifadelerle betimleyecekti. Tıpkı yıllar sonra Yunanlı bilim adamı Prof.Dr. Dimitri Sitrikis’in, bu işgalde Yunanlıların “emperyalist odakların maşası olarak” kullanıldığını tanımladığı gibi…
15 Mayıs 1919’da başlayan ve 9 Eylül 1922’de Türklerin öz yurtlarını savaşarak yeniden kazandıkları zafer sonrasında, fiilî olarak kaybeden Yunanistan’dı ama asıl yenilen İngiltere idi. Paris Konferansı ile başlayan ve Sevr Anlaşması ile devam eden çirkin planlar Türk süngüsü ile çöpe atılmıştır.
İşte mübadele süreci
böyle başlamıştı.
“Mübadele” [مبادله] kelimesi, Arapça [بدل] yani “bedel” kelimesinden türemiştir, hani “bedel ödemek”, “bedeline almak” gibi… Türemiş anlamı, “değiştirmek, bir şeyi başka bir şeyle değiştirme, değiş tokuş, trampa” anlamlarını içermektedir. Metalar için sıradan bir ama söz konusu “insan” olunca ne denli onur kırıcı bir kelime olduğunu bilmem yazmama gerek var mı?
Günümüzde hukuksal ve hâlâ bilinen en genel anlamıyla “mübâdele” kelimesi, Kurtuluş Savaşı sonrasında, uluslararası anlaşmalarla Yunanistan ve adalarında bulunan Müslüman Türkler ile İstanbul dışında yaşayan Ortodoks Rumların, karşılıklı olarak -yasalar çerçevesinde ve kısmen zorunlu- göç ettirilme anlaşmasıdır.
“Mübâdele”, Lozan’da yapılan kalıcı barış anlaşmasına yönelik görüşmelerde ortaya çıkmış bir kavramdı. 11 Kasım 1922’de başlayan Lozan Konferansı, Batılı devletler açısından gerek ilk dünya savaşı gerekse bizim “Kurtuluş Savaşı”, Yunanlıların “Küçük Asya Felaketi” adını verdikleri ve kendilerini “Osmanlı” olarak tanımlamayan Türklerin başarısı ile sonuçlanmıştı. Sonrasında toplanan Lozan Barış Konferansı’nda, Türkler; İngiltere, Fransa, İtalya, Yunanistan ile birlikte, ilk kez ana aktör olarak yer alıyordu.
Lozan görüşmelerinin ana amacı öncelikle “yeni” Türk Devleti’nin uluslararası kabulü ve egemenlik haklarının tanınmasıydı. Nitekim öyle de oldu. Ancak ciddi bir problem daha vardı; Anadolu’nun pek çok bölgesinde yerleşik, iş ve ev kurmuş olan Rumlar yaşıyordu. Bunların durumu ne olacaktı?
Ortodoks Rumlar ve Müslüman Türkler, birlikte, uzun zaman boyunca dostça, kardeşçe, yan yana komşu olarak yaşayabildiler ama işgal, aralarındaki bu derin dostluğu sonsuza kadar bitirdi ve sonucunun nereye kadar varabileceği bile kestirilemeyecek olası bir kan davasının da önünü açtı… İşte “mübâdele” süreci de tam bu noktada başladı.
KAYNAKLAR: Nimet ALTUNTAŞ, İzmir Kemalpaşa’da Mübadele, Dokuz Eylül Ünv., AİİTE, (yayınlanmamış YL tezi) İzmir 2019; Kemal ARI, Suyun İki Yanı: Mübadele, İstanbul 2016; Pelin BÖKE, İzmir, 1919-1922 / Tanıklıklar, İstanbul 2006; Nikou KARARA, ΤΟ ΝΥΜΦΑΙΟ (ΝΥΦΙΟ) ΕΝΑ ΧΩΡΙΟ ΜΕ ΒΥΖΑΝΤΙΝΗ ΑΙΓΛΗ ΣΤΗΝ ΠΕΡΙΟΧΗ ΤΗΣ ΣΜΥΡΝΗΣ, Atina 1968; Dimitri KİTSİKİS, Türk-Yunan İmparatorluğu, İstanbul 1996; Mustafa TURAN, Yunan Mezalimi 1919-1922, Ankara 2006.
Mübâdelenin 100. Yılında: EGE DENİZİ, ÖTESİ VEKEMALPAŞA – 1