38,8081$% 0.06
43,2253€% 0.36
51,3323£% 0.25
4.056,67%0,54
3.258,80%0,70
9.747,07%3,80
10 Mart 2025 Pazartesi
Yakın dönemin sosyal, kültürel ve etnografik çalkantılarının, belki de en önemlisi olan “mübâdele”, politik ve hukuksal anlamda çok net bir çözüm olarak kabul edilse de “insanî” yönüyle, ata yurtlarını terk etmek zorunda kalanlara derin acılar yaşatan bir süreç olmuştur. Mübadeleden en çok etkilenen yerleşimlerden biri de Kemalpaşa’dır; “hem gidenler hem de gelenler” açısından…
Yaklaşık yüz elli yıl önce Türklerin “Nif”, komşuları Rumların “Nifyo” dedikleri bu coğrafyada, her iki kesim için de güvene dayalı karşılıklı komşuluk ilişkileri kurulmuştu. Sosyolojik kültürel geçişkenliğin aslında iki temel kanalı vardı; bunların ilki çocuklar, diğeri ise kadınlardı: Türk çocuklar, Rum komşu çocukları gibi soğan kabuğunda kaynatılmış yumurta ile başlayan etkinliklerde neşeyle vakit geçirirken çocuğu olmayan ya da bir dileği olan kadınlar, tıpkı Rum komşularının yaptığı gibi kutsal mekanlarda mum yakmayı öğrenmişti. Rum komşu ise Ramazan ayında ortalıkta yemek yemenin ve bir şeyler içmenin ayıp olduğuna yürekten inanmıştı; Paskalya ya da Kurban Bayramı da ortaktı Nifli Müslüman Türkler ve komşusu Rumlar için…
Sadece Nif örneğinde değil Ege genelinde de durum benzer olduğu, her iki tarafın komşuluk ilişkilerinin yakınlık, paylaşma ve dayanışma üzerine kurulu olduğu söylenebilir. Dr. Pelin Böke’nin “Tanıklıklar” adlı kitabında 1908 Alaşehir doğumlu Muhterem Temel, gayrimüslim komşuları arasında, Rumların diğerlerinden çok daha ayrıcalıklı konumda yer aldığının altını çizer bir biçimde “Yahudilerin havrası vardı, hem de bizim mektebe yakındı. Yahudi havrasına girmedim. Rumların daha şeydi, girerdik, orada oyun oynardık, Rum çocuklarıyla, bizim mahallenin çocuklarıydı.” onlar demektedir.
Bağyurdu’ndan, 1914 doğumlu Mehmet Rahmi Aygün, komşusu ve yaşı kırkın üzerindeki olan Rumların bazılarının “biz Osmanlı İmparatorluğu’nda şahane yaşadık, bu (işgal RS) bizim rahatımızı bozacak.” dediklerini ve bu işgale Rumların tepkili olduğunu, öte yandan yaşı kırkın altında olanların ise genellikle işgal taraftarı olduklarını anlatır. Yukarı Kızılca’dan 1911 doğumlu Muammer Öztürk, işgal sırasında ve sonrasında “(yerli Rumlardan) bazılarıyla bozuldu, bazılarıyla iyiydi (aramız). Bazı Rumlar şımardı. Mesela eziyet yapıyorlardı. Bazılarıyla eski dostluklar devam ediyordu.” demektedir.
Mehmet Baloğlu da bu konu üzerine “hatta bir rivayet ederlerdi; onlar Yunan’ın İzmir’e gelişini bile istememişler. Yunan devletinin Türkiye’yi işgal edecek gücü ve kuvveti yok, bu nasıl buraya girdi, bizim rahatımızı kaçırdı Türkiye’de. Türkiye’de çok Rum vardı. Yukarı Kızılca’da yarıdan fazla. Hatta onlar iyice kaynaştılar birbirleriyle. Kemalpaşa’da da öyleydi… Yani demek istiyorum, yerli Rumlar Yunanlıların Türkiye’ye gelişine bile kendi rahatımızı kaçırdılar şeklinde konuşurdu.” ifadeleriyle izlenimlerini aktarmaktadır. Yiğitlerden Musa Sever, Parsa’nın muhtarı olan Tifan adlı Rum’un Türk komşusu Hacı Bekir’e, Yunanlılar için “bu köpek geldi, bizim huzurumuz kaçacak” dediğini nakleder. Musa Sever’in sözünü ettiği Tifan’ın Parsa’ya (günümüzde Bağyurdu) muhtar olacak kadar en önemli idarî konumda bulunması aynı zamanda hem Türk hem de dindaşı Rumlarca güvenilir nitelikte biri olarak kabul edildiğini gösterir.
Nifli Müslüman Türkler ve Ortodoks Rumlar arasındaki güçlü temellere dayalı komşuluk ilişkileri aşama aşama 1897 Türk-Yunan Harbi ile başlayıp Balkan Savaşları ile şiddetlenerek neredeyse bir kan davası boyutuna kitlesel olarak ulaşsa da Nif’teki komşuluğu pek etkilememiştir. Ancak Yunan ordusunun İzmir’i 15 Mayıs 1919’da işgali sırasında Hasan Tahsin’in “ilk kurşunu” atması ile Sarıkışla önünde yaşananlar, aslında kanlı işgalin küçük bir provası olarak dalga dalga Anadolu’nun batısından doğusuna kadar anlatı olarak yayılmıştır. Ziraat Bankası’nın önündeki merdivenlerden kanların oluk oluk aktığı o gün, yerli Rumların hepsi değil ama büyük bir kısmının gurur, komşusu Türklerin ise endişe ve korku duyduğu bir gün olmuştur. Türklerin endişesi, insani nedenlerle netti; genç erkekleri Yemen’de, Kafkasya’da, Galiçya’da; İmparatorluk coğrafyasının adını bile duymadıkları cephelerinde askerlik görevini yapıyordu yani vatan savunmasındaydı. Tam bu noktada Yukarı Kızılca’dan bir erin Kafkas cephesinde esir düştükten yıllarca sonra köyüne mucizevî bir biçimde nasıl gelebildiğini ve geldiğinde köyünün Yunan işgali altında olduğunu görmesinin ne denli “insanî” bir trajedi olduğunu düşünmenizi isterim…
Aslında, İzmir’de Hasan Tahsin tarafından atılan ilk kurşun, Türklerin öz yurt bildikleri bu coğrafyayı öyle çok kolay terk etmeyeceklerinin; Yunanlıların bu ilk kurşuna verdikleri orantısız karşılık ise Anadolu’ya “söyledikleri gibi” masumane ve insanî bir amaçla gelmediklerinin açık bir göstergesi olmuştur.İzmir’den çok kısa bir süre sonra, 27 Mayıs’ta Nif işgal edilir; bu süreç, Nif’te komşuluk ilişkilerinin gerçek bir kırılma noktasıdır. Aslında Nif, ne o eski Nif’tir ne de komşuluk o eski komşuluktur…. Özellikle Yunan işgali sayesinde burada kalıcı olacaklarını düşünen Nifli genç Rumların, Türk komşularına karşı yaptıkları saldırı, gasp, taciz hatta cinayet işlemeye kadar varan taşkınlıkları, Nif’te, yakın ve güvene dayalı komşuluk ilişkilerini tamamen bitirecek boyuta vardırmıştır.
Nikou Karara, Atina’da 1968 yılında yazdığı, Türkçeye “Nifyo / İzmir Yakınlarında Bizans Görkeminde (İhtişamına) Sahip Bir Yerleşim” adıyla çevirebileceğimiz kitabında “Rabbimiz yardım etti ve savaşın sonu Türkiye ve müttefiklerinin yenilgisiyle geldi. Sonra göğüsteki ses kısıklığı gitti ve dünya rahat bir nefes aldı. Yunan tarafında yaşananlar – eski acıların unutulmasına, mazlumların gözyaşlarının kurumasına, eski acıların tarifsiz bir mutluluğa dönüşmesine neden oldu.” diye yazacaktı kitabında…
Ama aslında, Yunanlıların “Magala İdea” hedeflerinin önemli bir adımı olan “Küçük Asya Zaferi” giderek “Küçük Asya Felaketi” olmaya Sakarya’da başlamamıştı. Sakarya Savaşı’ndan sonra Pelin Böke’nin ifadesiyle “Türk ordusunun Ağustos sonunda başlayan ve uzun süredir bekleyen taarruz haberi İzmir’de duyulduğunda, bunun Müslüman kesim arasında büyük bir sevinç uyandırdığına kuşku yok.” Yunanlıların, çekildikleri her yeri; köy ve kasabaları yakmaları, yaptıkları tecavüz ve cinayetler, Türklerin vicdanında, haklı olarak kin, nefret ve intikam duygusuna dönüşüyordu.
Nikau Karara, o günlerdeki Rumların durumunu, “Yunanistan’daki siyasi durum ve buna bağlı olarak Küçük Asya’daki askeri durum hiç de iyi görünmüyordu. Eski köleler, çevrelerinde gördükleri askeri kazalar karşısında başlarına bir felaket geleceğinden şüphelenmeye ve korkmaya başladılar. – Ve korkuları her geçen gün, her geçen saat, her geçen an daha da güçlendi, ta ki her şeyin kaybolduğunu fark edene kadar. Özgürlük güzel ama aldatıcı bir rüyaydı.” biçiminde lirik ifadelerle betimleyecekti. Tıpkı yıllar sonra Yunanlı bilim adamı Prof.Dr. Dimitri Sitrikis’in, bu işgalde Yunanlıların “emperyalist odakların maşası olarak” kullanıldığını tanımladığı gibi…
15 Mayıs 1919’da başlayan ve 9 Eylül 1922’de Türklerin öz yurtlarını savaşarak yeniden kazandıkları zafer sonrasında, fiilî olarak kaybeden Yunanistan’dı ama asıl yenilen İngiltere idi. Paris Konferansı ile başlayan ve Sevr Anlaşması ile devam eden çirkin planlar Türk süngüsü ile çöpe atılmıştır.
İşte mübadele süreci
böyle başlamıştı.
“Mübadele” [مبادله] kelimesi, Arapça [بدل] yani “bedel” kelimesinden türemiştir, hani “bedel ödemek”, “bedeline almak” gibi… Türemiş anlamı, “değiştirmek, bir şeyi başka bir şeyle değiştirme, değiş tokuş, trampa” anlamlarını içermektedir. Metalar için sıradan bir ama söz konusu “insan” olunca ne denli onur kırıcı bir kelime olduğunu bilmem yazmama gerek var mı?
Günümüzde hukuksal ve hâlâ bilinen en genel anlamıyla “mübâdele” kelimesi, Kurtuluş Savaşı sonrasında, uluslararası anlaşmalarla Yunanistan ve adalarında bulunan Müslüman Türkler ile İstanbul dışında yaşayan Ortodoks Rumların, karşılıklı olarak -yasalar çerçevesinde ve kısmen zorunlu- göç ettirilme anlaşmasıdır.
“Mübâdele”, Lozan’da yapılan kalıcı barış anlaşmasına yönelik görüşmelerde ortaya çıkmış bir kavramdı. 11 Kasım 1922’de başlayan Lozan Konferansı, Batılı devletler açısından gerek ilk dünya savaşı gerekse bizim “Kurtuluş Savaşı”, Yunanlıların “Küçük Asya Felaketi” adını verdikleri ve kendilerini “Osmanlı” olarak tanımlamayan Türklerin başarısı ile sonuçlanmıştı. Sonrasında toplanan Lozan Barış Konferansı’nda, Türkler; İngiltere, Fransa, İtalya, Yunanistan ile birlikte, ilk kez ana aktör olarak yer alıyordu.
Lozan görüşmelerinin ana amacı öncelikle “yeni” Türk Devleti’nin uluslararası kabulü ve egemenlik haklarının tanınmasıydı. Nitekim öyle de oldu. Ancak ciddi bir problem daha vardı; Anadolu’nun pek çok bölgesinde yerleşik, iş ve ev kurmuş olan Rumlar yaşıyordu. Bunların durumu ne olacaktı?
Ortodoks Rumlar ve Müslüman Türkler, birlikte, uzun zaman boyunca dostça, kardeşçe, yan yana komşu olarak yaşayabildiler ama işgal, aralarındaki bu derin dostluğu sonsuza kadar bitirdi ve sonucunun nereye kadar varabileceği bile kestirilemeyecek olası bir kan davasının da önünü açtı… İşte “mübâdele” süreci de tam bu noktada başladı.
KAYNAKLAR: Nimet ALTUNTAŞ, İzmir Kemalpaşa’da Mübadele, Dokuz Eylül Ünv., AİİTE, (yayınlanmamış YL tezi) İzmir 2019; Kemal ARI, Suyun İki Yanı: Mübadele, İstanbul 2016; Pelin BÖKE, İzmir, 1919-1922 / Tanıklıklar, İstanbul 2006; Nikou KARARA, ΤΟ ΝΥΜΦΑΙΟ (ΝΥΦΙΟ) ΕΝΑ ΧΩΡΙΟ ΜΕ ΒΥΖΑΝΤΙΝΗ ΑΙΓΛΗ ΣΤΗΝ ΠΕΡΙΟΧΗ ΤΗΣ ΣΜΥΡΝΗΣ, Atina 1968; Dimitri KİTSİKİS, Türk-Yunan İmparatorluğu, İstanbul 1996; Mustafa TURAN, Yunan Mezalimi 1919-1922, Ankara 2006.
Kemalpaşa’da Bosna Hersek’ten göç eden Müslümanların en yoğun olarak yaşadığı yer Halilbeyli Mahallesi… Yakın zamana kadar Halilbeyli (ve pek çok yer gibi tütüncülükle anılırken) günümüzde hayvancılık ve tarımla anılıyor çünkü sadece Kemalpaşa’nın değil İzmir’in de en önemli et üretim merkezlerinden biri… Bu arada Gökçeyurt’u yok saydığım ya da unuttuğum sanılmasın.
Halilbeyli Köyü (günümüzde mahalle) Kemalpaşa’nın 25 kilometre doğusunda, İzmir-Manisa il sınırına yakın konumlanmış bir yerleşim. Yaklaşık 450 hane olan Halilbeyli’de 2.200 kişilik bir nüfus yaşıyor. Bu itibarla Kemalpaşa’nın büyük yerleşimleri arasında yer alıyor. Çoğu kırsal yerleşimde nüfus azalırken Halilbeyli’de 1970’lerden bu yana azalmak bir yana bir nüfus artışı var.
1970’li yıllara kadar bölgenin en önemli geçim kaynağı tütün üreticiliği iken günümüzde daha çok büyük baş hayvan besiciliği yapılıyor. Burada bulunan arıtmalı mezbahanede her yıl yüksek sayıda hayvan kesimi yapılıyor. Bir diğer geçim kaynağı ise arpa, buğday ve üzüm yetiştiriciliğinin öne çıktığı tarım sektörü. Evlenme, eğitim ve iş gücü olarak sanayide çalışma dışında köyden pek göç görülmüyor. Bunu, Halilbeyli’nin sokak ve sosyal ortamlarında çok sayıda genç nüfusu görerek anlamak mümkün. Sağlam aile yapısı nedeniyle boşanma oranları İzmir ortalamasının bir hayli altında.
Aslında ben yazının bu bölümünde Halilbeyli Mahallesi’nden çok burada yaşayan Mustafa Celep, onun arkadaşlarının çabalarıyla kurulan bir dernekten söz edeceğim. Ama önce tarihsel sürece bakmamız gerekiyor.
Eski Halilbeyli Köyü, aslında bir Yörük konağıdır; yani Yörüklerin kış aylarında yerleştikleri, koyun ve keçilerini gibi küçükbaş hayvanlarımı otlatmak için uygun buldukları bir coğrafyaydı. Osmanlı Devleti döneminde 1531 tarihinde yapılan tahrîr kayıtlarına (nüfus sayımına) göre 265 kişi; 1575 tarihinde ise toplam nüfus arşiv kayıtlarına göre 468 kişi bu bölgede çadırlarıyla, geçici de olsa ikamet etmekteydi. O zamanki adı “Halil Beylü” olarak anılan bu bölgede Oğuz’un Karkın ve Kızık boylarına ait Saruhan Yörük obaları kışlak olarak geliyor ve geçici bir yaşam alanı da olsa burada ikamet ediyorlar, bunlar resmî arşiv kayıtlarında mevcût.
1835 yılına ait nüfus defterlerine göre Halilbeyli’de 70 Müslüman erkek kayıtlıdır, buna göre köyün tahmini nüfusu 140 kişidir. Halilbeyli’de 1919-1922 yıllarındaki nüfusun, tamamı Müslüman, 600’dür ki bu da bölgeye yerleşen Bosna Herseklilerin demografik değişime etkilerini göstermesi açısından önemlidir.
Halilbeyli, 19 yüzyılın son çeyreğinde, Osmanlı tarihinde “93 Harbi” olarak da anılan 1876-1877 Türk-Rus Savaşı’ndan sonra bölgeye Bosna-Hersek’ten göç edenlerce daha da büyümüş. 93 Harbi sonrasında Bosna-Hersek’ten ilk kez 76 aile olarak gelen Rumeli kökenli göçmenler, takip eden süreçte de Halilbeyli’ye yerleşmişler ve bölge halkı ile bütünleşerek kendilerine özgü gelenek, yaşama biçimi ve giyim tarzı ile dikkat çeken özelliklerini sürdürmüşler, bölgenin etnografik yapısına önemli katkılarda bulunmuşlar. Bunların başında hiç şüphesiz -hiç tadamamış olsam da- meşhur börekleri geliyor.
***
Halilbeyli Köyü (şimdi mahalle) 19. yüzyıl sonlarında Bosna Hersek’ten büyük bir göç alıyor. Bunun en büyük nedeni, ilk yazımda da sözünü ettiğim, 1850 ile 1878 ve sonrası olumsuz süreç. Mezar taşları aslında arşiv belgelerinden de önemli bir kayıttır; çünkü mezar taşı yapıcısı resmî kayda değil, kendisine verilen bilgi ile yoğunlaşarak mezar taşını yapar.
Benim de yazarları arasında bulunduğum “Kemalpaşa (Nif) Tarihî Mezar Taşları” başlıklı kitapta da yer aldığı üzere Halilbeyli’nin kuzeyinde 15.500 metrekare büyüklüğünde olan Halilbeyli Mezarlığı’nda, eski yazılı, toplam 21 mezar taşı tespit ettik. Bu mezar taşlarından en eskisi Malî 1190 yani Miladî 1876-1877 yılına ait “Hendekçioğlu Hasan’ın kız kardeşi Ayşe” adına dikilen mezar taşı. Bu mezar taşını aynı yıl vefat eden “Saçaklızâde kerimesi Fatma Kadın” ve 1784 tarihli “Ayşe” takip ediyor.
Halilbeyli Mezarlığı’nda bulunan eski yazılı 21 mezar taşından 16 tanesi (burada imtina ederek söylüyorum ölen kişi değil, mezar taşı) eski yerleşik Türkler’e, geri kalan 5 tanesi Bosna Hersekli göçmenlere ait. Mezarlıkta bulunan ilk defin, mezar taşına göre “Salih Ağa”… Mezar taşının üzerine yazılan tam olarak şu: “Sene 1298 (1881) / Hüvel baki / Beni kıl mağfiret yâ Rab / Be-hakk-ı ârş-i âzim nur-ı Kur’an / El-meğfurleyh Bosna vilâyetinden Tirebine kazâsından Hacı İsmail Öveçzâde Salih Ağa / Ruhuna fâtiha”.
Halilbeyli Köyü’ne ilk Bosna Hersek göçüyle ilgili, daha doğrusu ilk göç tarihi hakkında, sözünü ettiğimiz bu ilk mezar taşı biraz belirsiz sonuçlara götürüyor bizi. Öncelikle 19. yüzyıl ortalarında iki gemi ile başlayan ve İzmir Liman’ında sonlanan ciddî bir göç var. Acı ve trajik bir göçtür bu… Her zorunlu göç gibi…Salih Ağa’nın mezar taşına bakarak Bosna Hersek bölgesinden Halilbeyli’ye ilk göçün 1878’da başladığını söyleyebiliriz. Ancak burada bir parantez açarak 1850’li yıllarda da göç olduğu ancak maddî nedenlerle mezar taşı yaptıracak güçte olmayan göçmenlerin olma ihtimalini belirtmek gerekecek.
Salih Ağa’dan sonra 1892’de Salih bin Derviş, 1898’de “Tirebine muhacirlerinden Hacı İsmailolikzâde Hacı Mustafa kerimesi Meryem”, 1904’te “Hacı İsmailovik Hacı Mustafa zevcesi Hatice” ve 1909’da Salih Ağa zevcesi Dudu” adına mezar taşları mevcut.
***
Halilbeyli denilince benim ve sanırım pek çok kişinin aklına ilk gelen isim Mustafa Celep. Bu, çok şaşırtıcı değil çünkü Mustafa Celep, son derece aktif biri ve bana göre bedenen Halilbeyli’de, ruhen Bosna Hersek’te yaşıyor. 1948 Halilbeyli doğumlu olan Celep iyi derecede arkaik Boşnakça biliyor çünkü yaklaşık 150 yıl önce buraya göç eden büyük dedelerinin o tarihlerde kullandığı Boşnakçayı konuşuyor. Bu, bizim modern Türkçe dediğimiz günümüz Türkçesiyle değil 150 yıl önceki Türkçeyi kullanan biriyle diyalog kurdumuzu düşündüğümüz zaman anlayabileceğimiz bir durum.
Bosna Hersek’ten Türkiye’yi ziyarete gelenler bir şekilde onu buluyor hatta muhtemelen gelmezden önce varlığını biliyor. Kendisi de sık sık, planlı olarak Bosna Hersek’e gidiyor. Örneğin yakın zamanda yine Bosna Hersek’e uzun bir seyahat yaptı.
Kemalpaşa’nın, mutlaka tanışılması gereken simalarından biri… Çok tatlı bir sohbeti var ve bu sohbet bir yerde her nasılsa dönüp dolaşıp Bosna Hersek’e geliyor. Halilbeyli’ye gittiğinizde, eğer çok olağan dışı bir durum yoksa, meydandaki kahvehanelerde çayını içerken görmek mümkün.
Mustafa Celep, eskilerin tabiriyle “gayyur” yani üstün gayret / çaba gösteren bir gönül insanı. Uzun yıllar, yaklaşık 7-8 yıl önce Halilbeyli’de Boşnak kültürünü yansıtan bir müze kurma çabası içerisinde olduğunu kendisinden dinlemiştim. Bazı envanterleri toplamış olduğunu da söylemişti. O günlerden aklımda kalan, “takunya” aradıklarını söylediğini, benim de yakın çevreme eğer bir takunya bulurlarsa bana göndermelerini rica etmiştim. Karınca kararınca ben de bu “gayyur” insan ve çabaya katkı yapabilmek için.
Halilbeyli’de Mustafa Celep ve onun gibi gayretli arkadaşları sayesinde 2013 yılında “Halilbeyli Bosna Hersek Eğitim, Kültür ve Yardımlaşma Derneği” kurmuş ve derneğin binasında, yıllar önce sözünü ettiği ciddi bir etnografik malzeme toplamış. Bunları hem anlatıp hem gösterirken ne denli heyecanlı olduğunu görmek mümkün. Çünkü bir hayli yol almış ve önemli sayıda müze envanteri toplamış. Bu envanterin birden fazla benzeleri olanları da var; eminim günün birinde kurulacak “Kemalpaşa Kent Müzesi” çatısı altında mutlaka yer alması gereken “Bosna Hersek Galerisi” içerisinde sergilenmek üzere bunları bağışlamakta tereddüt etmez.
“Halilbeyli Bosna Hersek Eğitim, Kültür ve Yardımlaşma Derneği” tek katlı mütevazi bir binası var. İçinde mutfak da bulunan çok amaçlı bir salon, bir idari oda ve misafirlerin konaklaması için dört yataklı bir oda ve banyo mevcut. Bina, hem dernek idarî birimi hem küçük toplantı salonu hem de bir misafirhane gibi tasarlanmış. Mustafa Celep’in alın teri ve çabası binanın her santimetre karesinde mevcut. Oluşumu anlatırken “neyi, ne zaman ve nasıl” yaptığını anlatırken nasıl bir efor harcadığına, nasıl bir “adanmışlıkla” sonuca ulaşmaya çalıştığını gözlemlememek imkansız.
Derneğin bu denli üstün çabasına rağmen eksikleri mevcut mu, mevcut. Kendimce gözlemlediğim kadarıyla, salonu veranda kısmına uzatılarak büyütülebilir. Bu, düşük maliyetli bir inşaat sonucu çok kolay gerçekleştirilir. Salonun büyütülmesi, hem katılımcı sayısının artırıldığı toplantıların ihtiyaçlarına hem güneş ışığı yönüyle iyi aydınlatılmasına hem de bin bir emekle bir araya getirilmiş onca envanterin sergilenebilecek genişlikte bir alanın açılmasını sağlar. Bir diğer temel ihtiyaç ise, belki buradan okuyanlara da bir çağrı olur, toplanan envanterin sergilenebileceği cam kabin ve kaidelerin oluşturulması; ki bu, ciddi bir maliyet demek. Kemalpaşa’da Bosna Hersek kökenli, durumu, maddî varlığı yerinde pek çok aile var, ben açıkçası kendi payıma varım ama lütfen siz de “varlığınızı” gösterin…
Mustafa Celep ve yaptıklarına demeyeyim “başardıklarına” baktığımda büyük Türk şâiri Tevfik Fikret’in “Ferda” adlı şiirindeki “Vatan gayyur insanların omuzları üstünde yükselir” dizesi ile kendimce eskilerin “Marifet iltifata tabidir” sözü aklıma geliyor ve diyorum ki iyi ki varsın Mustafa Celep ve iyi ki varsınız Mustafa Celep gibi “gayyur” insanlar…
KAYNAKLARIM: Nedim İPEK, Rumeli’den Anadolu’ya Türk Göçleri, Ankara 1994; İlker Mümin Çağlar, Hasan ERALACA, Rahim SAĞ, Mustafa ALTINBAŞ, Kemalpaşa (Nif) Tarihi Mezar Taşları, Kemalpaşa Belediyesi Kültür Yayınları, 2021.
Rahim SAĞ yazdı…
Kaybedilmiş Osmanlı topraklarından yurdumuza değişik tarihlerde ve değişik nedenlerle göç eden / göç etmek zorunda kalan Bosna Hersekli yurttaşlarımız olan “Boşnaklar”, Kemalpaşa’da daha çok Halilbeyli, kısmen Gökçeyurt ve Kemalpaşa merkezde ikâmet etmektedirler. Öte yandan Boşnaklar ve Boşnak varlığı Kemalpaşa’nın en önemli kültürel, etnografik ve tarihsel zenginliklerindendir…
Halilbeyli, Kemalpaşa’nın en uzak mahallelerinden biri; uzak dememden maksat Kemalpaşa ile Turgutlu arasında olmasına rağmen Turgutlu’ya daha yakın bir konumda bulunması. Bu coğrafî konumu, açıkçası Halilbeyli’yi “arada” bırakmış görünüyor. Oysa Halilbeyli, Kemalpaşa’nın hem ekonomik hem kültürel varlığına katkı yapacak zenginlikleri ve vazgeçilmez pek çok değeri barındırıyor. Bunları madde madde yazacağım ama önce tarihsel sürece bakmamız gerekiyor.
Osmanlı Devleti’nin 1463’te önce Bosna’yı sonra da 1483’te Hersek’i alması ile Bosna Hersek olarak anılan bölge tamamen Türk egemenliği altına giriyor. Aradaki zaman dilimine ve II. Mehmet (Fâtih Sultan) ile II. Beyazıt dönemine denk gelecek bir sürece yayılmasına rağmen Bosna Hersek halkının inanış bakımından kendilerini Katolik ve Ortodoks Hristiyanlardan farklı konumlandırmaları, Müslüman kimliğe daha yakın hissetmesine ve İslam inancının bu bölgede hızla yayılmasına yol açıyor. Bu, Osmanlı topraklarının kaybedilmesinden sonra Boşnakların, göç nedeniyle öncelikle Türkiye’yi tercih etmelerinin de ilk nedeni aslında.
İşin özüne bakılırsa Osmanlı Devleti, sadece “toprak” kaybetmiyor Bosna Hersek’te… Bu bölgede bulunan ciddî bir kültür mirasını, edebî ve ilmî birikimini de kaybediyor. Çok da ayrıntıya girmeden konuyu özetlemem gerekirse Bosna Hersek kökenli insan varlığı Osmanlı Devleti’nin kültüre, bilimsel ve edebî kimliğinin de aynı zamanda kaynağı durumunda. Sadece bir fikir vermesi açısından küçük bir ayrıntı ile anlatmaya çalışacağım.
Âşık Çelebi, Türk Edebiyatı’na kaynaklık eden önemli bir tezkire yazarıdır, Miladî tarihle 1520’de doğmuş ve kendi bilgilerine dayalı olarak bir tezkire yazmıştır: Bu arada “tezkire” divan şairlerinin, din ve tarikat büyüklerinin hayatlarını anlatan biyografik kitaplardır. Âşık Çelebi tezkiresinde “Priziren’de oğlan doğsa adından akdem (önce) mahlas korlar. Yenice’de doğan oğlan papa (baba) diyecek vakit Farisî (Farsça) söyler; Priştina’de oğlan doğsa diviti belinde doğar derler.”
***
Osmanlı Devleti’nin siyasî ve askerî alanda ciddî güç kaybettiği, bölgede büyük ölçüde Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun egemenlik alanının Bosna-Hersek’e kadar uzandığı dönemde ilk Boşnak göçü 19. yüzyıl ortalarında yani 1850’li yıllarda başlar. Toprakları Hristiyan bir devlet tarafından işgal edilen Bosna Hersekliler, kimliklerini “Müslüman Milleti” kendi tabirleriyle “İslamski Millet” olarak tanımladıkları için kendilerini huzurlu / güvenli hissetmedikleri “öz” vatanlarından yeni yurt saydıkları Anadolu’ya göçe başlarlar; bu, öncelikle güvensizlik sonra da inanç bağlılığına dayalı “bilinçli” ve “tercihli” bir göçtür. Halilbeyli ile Turgutlu arasında yer alan ve Boşnak Tepe olarak adlandırılan bölge bu göçün ilk yerleşim alanıdır.
Güvenlik endişesi içinde olan Bosna Hersekli Müslümanlar, kendileri için huzurlu bir yerleşim lokasyonu ve buna paralel olarak bir de göç rotası hazırlarlar. Bu rota, karayolu ile Hırvatistan üzerinden gidilen Adriyatik Denizi’ne limanı bulunan Dubrovnik’tir. Acıdan, zulümden, can korkusundan kaçan Boşnaklar için Dubrovnik Limanı son çıkış, umut ve kurtuluş kapısıdır. Bosnalı Müslümanların en büyük endişesi kendilerini çok daha güvende hissedecekleri bir Türk kıyısına ulaşamamaktır.
Boşnak göçmenleri taşıyan iki gemi Dubrovnik Limanı’ndan dualarla yola çıkar. Bu iki gemi Türkiye istikametinde ilerlerken gemilerden biri arızalandığı için mecburen Arnavutluk’taki Draç Limanı’na demirler. Personelin gemiyi tamir çalışmaları nedeniyle yolcu Boşnaklar gemiden inerler ancak gemi tamiri artık ne kadar uzun sürdüyse yolcular kendilerine bu bölgede, Arnavutluk’ta yeni iki özerk yerleşim alanı kurarlar…
Boşnakların ikinci ve en büyük göçü ise Osmanlı tarihinde “93 Harbi” olarak anılan (Milâdî 1876-77) ve büyük ölçüde Osmanlı Devleti’nin İstanbul’u bile Yeşilköy’e kadar kaybettiğimiz süreçte yaşanır. Bu aslında tam bir felâkettir; ama bu çok üzücü süreç Boşnaklar için ilerleyen yıllarda artarak devam eder. Boşnakların, Berlin Antlaşması’ndan (1878) sonra başlayan ve adına “78 Göçü” dedikleri muhacirlikleri de bu sürecin sonucudur ve Osmanlı Devleti’nin gücünü savaşlarla kaybettiği her geçen felaket senesi yeni göçlere neden olur.
Osmanlı Devleti egemen olduğu topraklarda gücünü yitirmiş ve mecburen Üsküp, Manastır ve en son 1911’de de Selanik’ten çekilmek zorunda kalmıştır. Selanik ki, son çatışma noktasıdır; yani “Selanik” aslında İzmir’dir…
***
Bosna Hersekli Müslümanlar için acı süreç ne yazık ki bitmemiştir. 1990’lı yıllar, bizim “Srebrenica Katliamı” olarak andığımız ve Avrupa’nın tam ortasında Sırplar’ın Boşnakları katlettiği süreci Türk kamuoyu İslamcı ya da Milliyetçi kimliğe sahip kimseler söz konusu etmezken ilk dile getiren o dönem pek etkinliği bile olmayan -sadece- bir siyasi partinin lideri olan Bülent Ecevit olmuştu ve açık açık “Bosna Hersek’te büyük bir soykırım yaşanıyor.” dedi.
1990’lı yıllarda Sırpların Boşnaklara uyguladığı soykırım sadece Türk kamuoyunun değil dünya kamuoyunun da gündemine de girdiğinde “uygar” Avrupa bu duruma sessiz kal(a)madı. Çünkü Avrupa’da 2. Dünya Savaşı’ndan sonra tanık olunan en büyük ve en trajik katliam Bosna Hersek’te yaşayan Boşnakların yaşadığı soykırımdı.
Avrupa’nın uygar kimliğine uygun olarak Boşnak ve Sırp tarafları görüşmeye çağırıldı; ve bu süreçte taraflar kendi görüşlerini hukuksal bir dille ifade etti. Taraflar, Hristiyan inanca sahip Sırplar ile İslam inancına sahip Boşnaklar’dı. Aslında bu görüşmeyi asıl çözümsüz kılan da Boşnakların Müslüman kimliğe sahip olmasıydı. (Oradaymış gibi yazıyorum ama bunlar açık kaynaklarda yer alıyor.) Görüşmelerin ilerlediği süreçte, Boşnakların haklarını, katliama uğradığını savunan kişi Aliya İzzetbegoviç’ti, Boşnakların efsanevî lideri. Aliya İzzetbegoviç’in artık görüşmelerin hiçbir sonuca ulaşamayacağına inandığı bir noktada birden ayağa kalkarak Boşnakların uğradığı zulmü anlatamamamın çaresizliğiyle “Ben -artık- İstanbul’a gidiyorum!” diyerek salonu terk ettiği bilinir. Çünkü Osmanlı’nın güçlü egemenlik dönemlerinde “İstanbul’a gitmek”, “gitmek durumunda” kalmak müzakerenin seyri için en büyük diplomatik hamle sayılırdı.
Aliya İzzetbegoviç için Boşnakların uğradığı katliam ve soykırıma ilişkin son çare Osmanlı Devleti’nin başkentine gitmekti; çünkü İstanbul (Osmanlı Devleti’nin başkenti) ve aslında adaletin sağlandığına inanılan tek yerdi. Aliya İzzetbegoviç, bu sert jesti yaparak mazlum Boşnakları Sırpların zulmünden kurtaracağına inanıyordu. 1990’lı yıllarda bile Osmanlı erkinin ve başkentinin adaleti tesis eden güç olduğu imajı-ikonu belli ki hâlâ vardır.
Böyle bir yazı yazacağımı hiç söylemeden (önce) Halilbeyli’de yıllardır sohbet ettiğim ve orada ikâmet eden Mustafa Amca’ya (Celep) gittim. Her zamanki ya da yakın zamanki gibi konusu yine Bosna Hersek idi… Mustafa Celep, benim onu hiç tanıdığım zamanda da Bosna Hersek’te, bu gün de Bosna Hersek’te yaşayan; yani özetle Bosna Hersek ile 24 saat yaşayan biri… Ama bu çabalarını asla basite indirgememek gerek: “Türkiye’de Bosna Hersekli kim var denilince akla ilk gelen isimlerden biri de Mustafa Celep. Bir insanın, üzerinde ısrarla vurgulandığı bir “yaşam biçimi ya da amacı” olması, bence “onur verici.” Hattâ onurlu “kişisel” bir duruşu olduğunu çok net gösteriyor…
Mustafa Celep, o gün, benim ilk kez duyduğum bir şey söyledi: “Parsalılar (Bağyurdulular) bizi küçümsüyorlardı, bize ‘Gavur’ diyorlardı.” dedi. Bunu bana gülerek anlatıyordu ama yüzünde, içindeki eski bir ağır yarasını, bir tıp doktoruna “artık geçti” diye gösteren bir hastanın buruk gülümsemesi vardı. Aklıma ilk gelen Mustafa Kemal Paşa’nın “Muhacirler kaybedilmiş topraklarımızın millî hatıralarıdır.” sözü oldu. Aslında Gazi Paşa’nın bu sözü bu kadar kısa değildi. Tam olarak şuydu: “Muhacir diye küçümsenenler, tarihin yazdığı savaşlarda en geriye kalanlar, yani düşmanla sonuna kadar dövüşenler; çekilen ordunun ric’ât (geri dönüş RS.) hatlarını sağlamak için kendilerini feda edenler ve düşman karşısında kaçmak, çekilmek nedir bilmeyenlerdir… Muhacirler kaybedilmiş topraklarımızın millî hatıralarıdır.”
Mustafa Kemal Paşa’nın bu sözleri içerisinde altını özellikle çizmek istediğim bir ayrıntı var. Bu, “tarihin yazdığı savaşlarda en geriye kalanlar, yani düşmanla sonuna kadar dövüşenler.” ifadesidir. Tam bu noktada “Grebolar” ve “Grebo” Hamza’yı hatırlamamak olmaz. Bosna Hersek’in Grebo köyünden Turgutlu’ya ailesiyle göç eden Hamza geniş bir ailenin çocuğudur. Balkan Harbi’den sonra ilk Dünya Savaşı’nın Çanakkale muharebelerine katılmış, arkasından Sina ve Kafkasya cephelerinde savaşmış, burada Ruslar’a esir düşmüştür. Uzun ve çileli bir yolculuktan sonra Mondros Mütarekesi’nin imzalanmasının ardından da yeni memleketi Turgurlu’ya döner. Ailesiyle henüz özlemini bile gideremeden, İzmir’in Yunan işgaline uğradığı haberlerini duyar. Bundan sonrasını “Millî Mücadele Döneminde Turgutlu” başlıklı kitaptan takip edelim: “İzmir’in işgali, ailede bir taraftan büyük üzüntü yaratır; diğer taraftan da aile bireylerine her ihtimale hazırlıklı olma gereğini düşündürür. Geniş bir aile olan Grebolar, her durumu göze alarak ellerindeki silah ve mühimmatı bezlere, brandalara sararak toprağın altına gömerler. Turgutlu’ya göç etmeden önce de Bosna Hersek’te benzeri bir felaket yaşamış oldukları için, işgal sürecinde neler yaşanacağını tahmin ettiklerinden dolayı bu önlemi alma gereği duymuşlardır…”
“Büyük Taarruz’un ardından Yunan kuvvetlerinin şehirleri, köyleri yakmaya başladığı haberleri, kısa sürede Turgutlu’ya da ulaşmıştır. Turgutlu’da da yangınların başlatılacağı yönündeki söylentiler, ağızdan ağıza yayılmaktadır. İşte o günlerde Hamza Çavuş’un liderliğindeki Grebolar, en azından yaşadıkları bölge olan Hacı Zeynel Camii çevresindeki Küllük olarak adlandırılan bölgeyi, yaşanması muhtemel olan bu felaketten kurtarmaya, kurtaramayacak olsalar bile en azından silahlı olarak direnmeye, Yunan askeriyle çarpışmaya karar verirler. Bu amaç için de önceden gömerek sakladıkları silahlarını yerinden çıkarıp kullanıma hazır hale getirirler. Hamza Çavuş’un önderliğinde kurulan bu milis müfrezesine bölgede ikamet eden Bosna Hersek kökenli aileler de dâhil olmuşlar ve böylelikle 12-13 kişiden oluşan, bir manga şeklinde nitelendirilebilecek olan silahlı bir milis direniş ekibi ortaya çıkmıştır…”
“Sonrasında da Hacı Zeynel Camii’nin çok yakınında bulunan Tabakhane Hamamı’nın üzerine ve çevresine mevzilenerek bölgeye girmeye çalışan Yunan birliklerini püskürtürler. Yaşanan müsademede çok sayıda Yunan askeri öldürülür ancak Grebolar’dan herhangi bir kayıp yaşanmamıştır.” Vatan kaybetmenin ne olduğunu çok iyi bilen ve bu yüzden tedbiri elden bırakmayan Bosna Hersekli Grebolar sayesinde Turgutlu daha büyük bir felaketten kurtulmuştur olur.
***
1850’li yıllardan başlayarak ve artarak 1878, 1911-1912 ve 1990’lı yıllara kadar uzanan Bosna Hersekli Müslümanların göçleri ve yerleşimleri başta Batı Anadolu ile Trakya Bölgesi olmak üzere hemen hemen Türkiye’nin çoğu bölgesine yayılmış durumdadır. Türkiye’de özellikle Adapazarı, İzmir, Manisa’da toplu olarak yaşayanların yanı sıra diğer illerde de ikamet eden çok sayıda Bosna Hersekli muhacir bulunmaktadır. Ancak nüfusları hakkında net bir rakam yoktur. 1965 yılı nüfus sayımına göre ana dili Boşnakça olan vatandaşların toplam sayısı 17.627’dir. Boşnakça’yı ikinci dilleri olarak belirtenler ise 37.237 kişi. Bu verilerden Boşnak nüfus hakkında çok net verilere ulaşabilmek çok da mümkün değil ne yazık ki… (İnternette dolaşan sayıları güvenilir bulmadığım ve dikkate almadığım için o verileri aktarmıyorum) Öte yandan Kemalpaşa’da mevcut Bosna Hersek göçmeninin günümüzdeki nüfusu için 3.000 rakamını telaffuz edebilirim.
Bosna Hersek’in Kemalpaşalı sakinleri; Halilbeyli, Gökçeyurt, kısmen Bağyurdu ve Armutlu ile Kemalpaşa merkezde ikamet etmektedirler. Ancak “Kemalpaşa’daki Bosna Hersek” deyince ilk akla gelen yerleşim Halilbeyli’dir.
Günümüzde Halilbeyli, yaklaşık 1.800 kişilik bir nüfusu barındırıyor. Bir ova üzerine kurulmuş olan Halilbeyli, asıl Bosna Hersek bölge coğrafyasına göre şaşırtıcı. Örneğin Pomak göçmenlerin eski yurtlarındaki gibi dağlık bölgeleri tercih etmelerine rağmen Bosna Hersek’in “dağlık” coğrafyasından -belki de- bıkmış olan Bosna Hersekliler, önce Boşnak Tepesi’ne yerleşmiş oldukları halde sonradan yerleşmek için bir ovayı tercih etmişler. Benim “kontras” etkisine bağladığım bu durumu Halilbeyli sakinleri de neredeyse farklı kelimelerle onaylıyor ve farklı biçimlerde ifade ediyorlar.
KAYNAKLARIM: Mehmet GÖKYAYLA – Rabia AKGÜVENÇ – Hasancan ERALACA, Millî Mücadele Döneminde Turgutlu, Turgutlu Belediyesi Kültür Yayınları, Ankara 2021; Aydın BABUNA, Bir Ulusun Doğuşu – Geçmişten Günümüze Boşnaklar, Çev: Hayati Torun, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul 2012; Prof. Dr. Ahmet BURAN, Berna YÜKSEL ÇAK, Türkiye’de Diller ve Etnik Gruplar, Akçağ, Ankara2019; Nedim İPEK, Rumeli’den Anadolu’ya Türk Göçleri, Ankara 1994.
Rahim Sağ yazdı…Atatürk ve Kemalpaşa…
Gazi Mustafa Kemal Atatürk açısından Nif/Kemalpaşa’nın büyük önemi vardır. Bunu, en net olarak Kemalpaşa’ya 12 Ekim 1925 tarihindeki gezi sırasında Türk Ocağı’nda yaptığı konuşmada söylediği sözlerde görmek mümkündür: “Bütün hayatımda sevinçle geçirdiğim bir gece vardır. O gece, ordumuzun İzmir’e girdiği günün burada geçirdiğim gecesidir. O vakit buradan geçerken bu muhterem halkın gördüğü zulüm ve teâddîye rağmen resmimi koyunlarından çıkararak beni tanıdıklarını ve otomobilime atılarak kucakladıklarını unutamam. Bugün o hatırayı yaşıyorum, bahtiyârım.” Atatürk; 9 Eylül 1922, 12 Ekim 1925 ve 30 Ocak 1931 tarihlerinde olmak üzere üç kez Kemalpaşa’ya gelmiştir.
9 Eylül 1922”
Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın o zamanki adı henüz Nif olan Kemalpaşa’ya ilk gelişi aynı zamanda Türk Tarihi ve Kurtuluş Savaşı’mız açısından da çok önemli bir tarihte gerçekleşmiştir: 9 Eylül 1922. Bu tarih aynı zamanda muzaffer Türk Ordusu’nun, ülkesini işgal eden Yunanlılardan kurtardığı, son Yunan birliklerini İzmir’den kaçmak zorunda bıraktığı tarihtir. Bu tarih aynı zamanda İzmir’in kurtulduğu ve Milli Mücadele’nin zaferle sonlandırıldığı tarihtir. İşte Gazi Mustafa Kemal Paşa, yukarıda sözünü ettiği gece Türk tarihi açısından böylesine önemli tarihtir ve o geceyi Mustafa Kemal Paşa Nif’te yani Kemalpaşa’da geçirmiştir. Öte yandan Nif’te yaşayanlar, o gecenin hatırası ve kurtarıcılarının aziz hatırasına saygı olarak yaşadıkları yerin adını “Kemalpaşa” olarak değiştirmişlerdir.
Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın 9 Eylül 1922 tarihinde Nif’e gelmesi ve geceyi Nif’te geçirmesi bir tesadüf değil; günlerce önceden yapılan bir planın gereği olarak gerçekleşmiştir. Büyük Taarruz’un ilk günlerinde, Mustafa Kemal Paşa ve Genel Kurmay Heyeti, 28 Ağustos 1922 günü akşam saatlerinde Afyonkarahisar’daki karargâha ulaşırlar.
Her şey, o akşam saatlerinde Afyonkarahisar’da bulunan karargâha “Çok Gizli” kodlu bir telgrafın gelişiyle başlar. Telgraf, İzmir’de bulunan yabancı ülkelerin konsoloslarından gelmektedir. Konsoloslar, İzmir’i işgal altında bulunduran Yunanlı yöneticilerinden habersiz, gizlice toplanır ve kendi uyruğundaki yurttaşlarını Türk Ordu Birlikleri’nin İzmir’e ulaşması halindeki ve sonrasındaki oluşabilecek muhtemel durumları aralarında değerlendirirler. Bu gizli toplantı sonrasında, ilerleyişlerine bakılarak İzmir’i geri alması neredeyse kesin olarak görünen Türklerle ve başlarındaki Mustafa Kemal Paşa’yla bu durumu ve yurttaşlarının can güvenliğini müzakere etmek amacıyla gizli bir telgraf çekmeye karar verirler. İşte Afyonkarahisar’daki Genel Kurmay Karargâhı’na ulaşan ve gündemi birden bire değiştiren telgraf budur.
Mustafa Kemal Paşa, yıllar sonra o günü ve bu olayı Nutuk’ta “Bizzat bana verilen telsiz telgrafta da, İzmir’deki İtilâf Devletleri konsoloslarına benimle müzakeratta bulunmak salâhiyetini verdiklerinden, hangi gün ve nerede mülâkat edebileceğim soruluyordu. Buna verdiğim cevapta da, 9 Eylül 1922’de Nif’te mülâkat edebileceğimizi bildirmiştim. Filhakika dediğim günde ben Nif’te bulundum. Fakat mülâkat isteyenler orada değildi.” diye anlatacaktır. Aynı olay, 1932-1933 yıllarında Amerika Birleşik Devletleri’nin Ankara Büyükelçisi olan Charles H. Sherrill’in dilimize “Bir Elçiden Gazi Mustafa Kemal” adıyla tercüme edilen anılarında yer almaktadır. Elçi aynen şunları yazıyor anılarında: “Türklerin Afyon’a başarılı taarruzlarından sonra İzmir’de bulunan yabancı konsoloslar, bundan sonraki durumun ne olacağını tespit etmek üzere, konferans toplanması için Mustafa Kemal’e müracaat etmişlerdi. Mustafa Kemal bu müracaata birkaç kelime ile cevap veriyor ve belli bir günde Nif kasabasında kendileriyle buluşacağını söylüyordu. Bu kasaba ric’at (geri dönüş) halindeki Yunan birliklerinin çok gerisinde, yine Yunan işgal bölgesindeydi. Bu yüzden Mustafa Kemal’in cevabı ‘saçma’ olarak vasıflandırılmıştı. Halbuki bu cevap, Mustafa Kemal’in planlarını ne kadar bilerek ve derin bir görüşle hazırladığının yeni bir deliliydi. Mustafa Kemal’in konsoloslara verdiği randevunun tarihi 9 Eylül’dü ve Türk orduları 9 Eylül’de Nif’i geri almışlardı.”
Başkomutan Mustafa Kemal Paşa, Afyon’daki Karargâh’tan İzmir’deki yabancı elçilere bu “net” mesajı gönderdiği gün, Çalıkuşu romanını bitirir ve “çok beğendiğini” söyleyerek kitabı İsmet Paşa’ya okumasını önererek verir. O gün elçilerin istediği görüşmeye olumlu cevap nihayet verilmiş ve bir çift mavi göz, günlerce ve kilometrelerce önce “o gece” için Nif’e dikilmiştir bile…
Nif, 25 Mayıs 1919’dan başlayarak tam 3 yıl 3 ay 17 gün süren acı, kan, işkence ve gözyaşı dolu işgalden 8 Eylül 1922 Cuma günü, Fahrettin Paşa (Altay) komutasındaki Ordu Birlikleri’nin kahramanca mücadelesi sonucu kurtulur.
8 Eylül gecesini Salihli’de geçiren Gazi Mustafa Kemal Paşa ve Genel Kurmay Heyeti, 9 Eylül sabahı Salihli’den yola çıkarak Ahmetli ve Turgutlu’ya ulaşır. O zamanki adı Kasaba olan Turgutlu, Parsa (Bağyurdu) ve Armutlu üzerinden, Türk Süvarisi önde Piyadesi arkada, 2 otomobil halinde Nif’e öğleden sonra ulaşılır.
“9 Eylül 1922, Öğle saatleri”
Nif-Armutlu yolunda, Mustafa Kemal’in sözlerinde dile getirdiği çok ilginç bir olay yaşanır. Heyet’te bulunan gazeteci Ruşen Eşref Bey (Ünaydın) anılarında bu olayı, bir gazeteci gözlemciliğiyle olduğu gibi nakleder:“İzmir’e doğru yürürken Armutlu köyünden geçiyorduk. Köylüler askerlerimizin girişini seyrediyorlar, onlara kırık destilerle su taşıyorlar, yürekten minnetlerini anlatmak ihtiyacıyla paralanıyorlardı. Evleri yanmış ve dünyada üstlerindeki don gömleklerinden başka bir şeyleri kalmamış insanların ikram etme arzusuyla nasıl çırpındıklarını görseydi(niz).
Tam yanlarına vardığımız sırada, bir nakliye kolu geçmemize engel oldu. Yol tıkandığından otomobilimiz durdu. Atatürk sigarasını yakarken gözündeki güneş gözlüğünü kaldırmıştı. O sırada otomobilin yakınına sokulan sakallı bir ihtiyar, koynundan muşamba rengini almış buruşuk bir kağıt çıkardı. Önce kağıdı, sonra dikkatle Atatürk’ü süzdü. Yine kağıda, yine Atatürk’e baktı. Bu hareketi üçüncü defa tekrarladıktan sonra, şimdi hatırladıkça tüylerimi ürperten bir sesle, O’nun yüzüne karşı:
“Bu sensin!” diye adeta haykırdı. Ve arkasını dönerek, köylülere heyecan ile bağırdı:
“Mustafa Kemal… Ey ahali, koşun koşun gelin, bu O’dur… Mustafa Kemal bu… Kemalimiz geldi.”
Bu feryadı duyanların nasıl bir birine karıştığını tasavvur edemezsiniz.
Biz bütün gayretimize rağmen onların bir birini çiğneyerek otomobile dolmalarına engel olamadık. Çünkü bu köylüler, bilincin dışına taşmış bir sevgiden kuvvet alıyorlardı. Başkomutanın yüzünü, ellerini öpüyorlar(dı). Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın, 1915 yılında bir gazetede yayınlanan, bir Alman ressamın elliyle çizilmiş resmini yıllarca koynunda taşıyacak kadar seven, değer veren ve geçişi sırasında tanıyan, otomobilinin önünü kesen kişi Armutlulu Eskicioğlu Mehmet Kemalettin Bey’dir.
Mustafa Kemal Paşa, Armutlu’daki bu beklenmeyen gelişmeden dolayı, gecikerek 9 Eylül günü, öğlen saatlerinde birlikte olduğu kişilerle Nif’e ulaşır. Mustafa Kemal Paşa, Genelkurmay Başkanı Feyzi (Çakmak) Paşa, İsmet (İnönü) Paşa, yaver Salih (Bozok) Bey, yazar-onbaşı Halide Edip (Adıvar) Hanım, Ruşen Eşref Bey, Mahmut (Soydan) o gece oradadır. Mağrur ve tedirgindirler. Zorlu bir yolculuğun son durağına gelmiş, ancak bir asker ve gözlemci tedirginliğiyle hâlâ şüphededirler. Az sonra ne olacağına ilişkin ciddî bir tereddüt ve korku, ister istemez hepsini sarmıştır. Gün kısalsa bile, önlerindeki uzun gecenin üzerlerine çöken tedirginliği vardır. Ama o gece, Nif’in yıldızının parladığı ikinci an’dır… Tüm dünyanın gözü yüzyıllar sonra yeniden Nif’tedir.
Muzaffer komutan sözünü tutmuş, söz verdiği gibi 9 Eylül günü Nif’e gelmiş, kendisine “Çok Gizli” koduyla telgraf çeken yabancı elçilerin verdikleri sözü tutmalarını beklemektedir.
“Nif’le akşam üzeri vasıl olmuştuk (kavuşmuştuk).” diyecektir Ruşen Eşref Bey. “Gazi Paşa burada İzmir’in kaç kilometre mesafede olduğunu sordu. Nif’te İzmir’den yirmi beş, otuz kilometre uzakta olduğumuzu söylediler. Başkumandan Paşa, civardan bir tepeden İzmir’i temaşa mümkün olup olmadığını sual etti. Belkahve denilen mahalden İzmir’in göründüğü cevabını verdiler. Bunun üzerine Gazi Paşa Hazretleri ile otomobile binerek Belkahve’ye gittik. İzmir’in üzerinde ecnebi gemisi duran körfezini görür görmez hepimiz birden gayri ihtiyari:
“-Deniz !” diye bağırmışız.
Hakikaten oradan İzmir’in körfezi Kadifekale ve diğer bazı mahalleler gayet iyi görünüyordu.
Güneş bir defa daha gurup ediyordu (ufukta
batıyordu) ki hatırası aziz Türkiyemiz üzerinde ebedi payidar olan bir manzarayı bizzat seyretmek saadetini tattık. Kadifekale’ye Türk bayrağı çekiliyordu. Güneş yavaş yavaş alçalmış, İzmir Körfezi’nin yeşil sularında erimişti. Hiçbirimiz Belkahve’den ayrılamıyorduk.” Şevket Süreyya Aydemir bu anları Tek Adam adlı eserinde tüm hedefin, vatanı sembolize eden adı olan şehre varıldığında “İzmir görünüyordu.” diye anlatacaktır:
“Artık yürüyüş hızı, otomobil sürati ölçüsü almıştı denebilir. Nif geçildi. Nihayet bir doruğun başına varıldı: Belkahve… İzmir görünüyordu… Evet, İzmir görünüyordu. İzmir görünmüştü. Gazi Mustafa Kemal Paşa’yla Fevzi Paşa ve İsmet Paşa otomobillerinden indiler. Karargâh kafilesi arkalarında çevrelendiler. Akdeniz, İzmir Körfezi, Kadifekale ve İzmir ayaklarının altına serilmişti. Körfez yabancı harp gemileriyle doluydu. Başkumandan, uzun uzun baktı ve: “- Bu şehre bir şey olsaydı, çok üzülürdüm.” diyebildi.
Paşalar, bir incir ağacının altındaydılar. Dürbünleri ellerinde, hemen hiç konuşmadan İzmir’i, denizi ve ufukları tarıyorlardı. Onlar o dakikalardaki duygularını, galiba isteseler kendileri de tasvir edemezlerdi.
İzmir’de neler olup bittiği bilinmiyordu. Ama Kadifekale’ye Türk bayrağı çekilmişti. Tam o sırada İzmir istikametinden iki tekerlekli bir İzmir yaylısı göründü… Arabacı koyu mavi efe dizlikli biriydi. Bir köylüden ziyade, şahlanmış bir cengâvere benzeyen tosun bir hali vardı. Kalabalığı görünce durakladı. Gazi sordu, geldiği yerlerde ne var ne yok ? diye. Arabacı, karşısındakinin kim olduğunu bilmiyordu. Daha o gün ve o saatte kimse, onun oralarda olduğunu sanmazdı. Arabacının cevabı kesindi: “-Ben İzmir’den geliyorum… Bizim süvari şehre taze girdi. Gideceğin varsa ne bekliyon? Yürüsene ağam!…” Uzaktan mavimsi bir sis ve akşam güneşinin hâreli pırıltıları içinde görünen İzmir, herhalde bir mahşer gibi kaynıyordu. Gelenler, gidenler, kaçanlar, göçenler, binler ve binlerce insan için neler getirdiği, neler sakladığı bilinmeyen bir akşamın ilk perdeleri yavaş yavaş şehrin üzerine iniyordu.
Belkahve’den İzmir’i uzun uzun seyrettikten sonra akşam hava kararırken Nif’e döndüler. Nif’te bir iki basamak merdivenle çıkılır, tek katlı bir eve indiler. Onun oraya ineceğini öğrenen birkaç kasaba kadını bu binaya koşmuşlardı. Ortalığı düzenlemeye çalışıyorlardı.” Gece inmişti. Nif’teki karargâh, gene her günkü hayatını yaşıyordu. İsmet Paşa her zamanki gibi dinç, hareketli ve işinin başındaydı. Müşir Fevzi Paşa, gerçi “bir Buda heykeli kadar” sessiz, fakat etrafına emniyet veren bir vakar içinde gene çalışıyordu. Büyük gaz lambalarının aydınlattığı kapısı açık bir odada Gazi Paşa, Mahmut Bey (Soydan), Halide Edip Hanım (Adıvar), Ruşen Eşref Bey (Ünaydın) ve Salih Bey halı kaplı alçak sedirde oturmuşlardı.
Gazi’ye gelince, o bu akşam, her günkü havadan, galiba biraz bunalır gibi oldu. Ve bu gece kendini biraz da sıkan bu karargâh havası içinde isyan eden bakışlarla etrafını süzdü. Sonra maiyetine bağırdı:
“Yahu, İzmir’e girdiğimiz akşamdır bu… Bu kadar sessiz mi olacak? Haydi bari biz kendimiz şarkı söyleyelim…” Hep beraber çocuklar gibi şarkılar söylediler.
Kendi ilk şarkıya başladı:
“Yine bir Gülnihal
Aldı bu gönlümü
Sim ten gonca fem
Pek şirin pek güzel.”
Bilenler neşeyle katıldılar. Samsun’dan Havza’ya giderken yolda söyledikleri marşı hatırladılar:
“Dağ başını duman almış
Gümüş dere durmaz akar.
Güneş ufuktan şimdi doğar,
Yürüyelim arkadaşlar.”
Fevzi Paşa söylenen şarkıları bilmediği için katılamıyordu ama tempo tutarak neşeye ortak oluyordu. Binbaşı Seyfi (Akkoç) kapı aralığından işaret ederek Salih Bey’i (Bozok) dışarı çağırdı. Salih Bey on saniye sonra geri göndü. Yüzü öğle güneşi gibi parlıyordu. Oradakilere:
“-Bir öncü birliğimiz Bursa’ya girmiş.” diye seslendi.
Mahmut Bey (Soydan) bütün gür sesiyle bir şarkıya başladı:
“Bursa’nın ufak tefek taşları,
Hilal olmuş o yârimin kaşları…
Bir omuzdan bir omuza saçları.”
Hepsi yeni bir coşkuyla şarkıya katıldılar. Ve hep beraber çocuklar gibi şarkılar söylediler. Mustafa Kemal’in “bütün hayatımda sevinçle geçirdiğim bir gece vardır.” dediği geceydi, o gece… Mustafa Kemal ve arkadaşlarının Nif’te “çocuklar gibi şarkılar söyledikleri” 9 Eylül 1922 Cumartesi günün gecesi; Nif’te ve “iki adım” ötedeki İzmir’de farklı farklı yaşanır. “İzmir’in içinde emniyet ve intizamın yerleşebilmesi için karargâhın birkaç gün Nif’te kalması gerekiyordu.” diyecektir Şevket Süreyya Aydemir, gerekçe olarak da: “Zaten İzmir tamamen kurtarılmış bile değildi. Güneyde ve hâlâ Yunan birlikleri vardı. İzmir henüz tekinsizdi.” Aynı uyarının Nurettin Paşa’dan çok önemlidir vurgusuyla Nif’teki Karargâh’a iletilmiş olduğunu Şevket Süreyya Tek Adam’da anlatır:
“Sokaklar, Kordonboyu, rıhtımlar hıncahınç insan kaynaşıyordu. Türkler, Rumlar, askerler, esirler ve hattâ daha esir edilmemiş, ne yapacaklarını şaşırıp sağa, sola seğirten solgun, bitkin Yunan kaçakları..! Deniz üstündeki kayıklarda, şatlarda, vasıtalarda gene insanlar kaynaşıyordu. Anadolu Rumlarının, ruhî dengelerini kaybetmiş olan erkek, çoluk, çocuk, genç, ihtiyar binlerce ve binlerce kalıntıları, artık köklerinden kopmuşlardı. Kendilerini bir gemiye atabilmek, bir vapura sokulmak için, yığın yığın, salkım salkım, üst üste, ne bulurlarsa ona binmek, ona sığışmak için birbirlerini çiğniyorlardı. Fakat limanda onları taşıyacak gemileri de yoktu. Gerçi körfez harp gemileriyle doluydu. İngiliz zırhlıları, Fransız zırhlıları, İtalyan kruvazörleri, torpidolar, korvetler… Fakat ne var ki bunların teknelerine, zincirlerine, merdivenlerine sarılan Rumları bu eski müttefikler, sopalar, süngüler, tekmelerle denize itiyorlardı. Hele Yunanlılar İzmir’e çıkarken onların üstüne kanat geren, onları koruyan, İzmir’e, Dikili’ye, Ayvalık’a, Bandırma’ya çıkışlarını kolaylaştıran İngiliz harp gemilerine, şimdi hiçbir Rum, hiçbir Yunan askeri yanaştırılmıyordu.”
Mustafa Kemal o gece geç vakitte de olsa istirahate çekildi çünkü Rauf Bey’e telgrafında da söylediği gibi, yarın İzmir’de olacaklardı.
Karargâh, Nif ve Nifliler; ertesi günün pırıl pırıl bir sabahına erken uyanacaklarının sonsuz güveniyle aylar, yıllar sonra belki de ilk kez derin, sessiz, karanlık, huzurlu ama daha çok özgür bir gecede uyurlar.
Günümüzde Tahtacılar ağırlıklı olarak Yukarı ve Aşağı Kızılca, Soğukpınar, Çınar mahallelerinde ikamet etmektedirler. Ancak bu yerlerdeki yaşayanların tümü Tahtacı olmadığı gibi kısmen Sünnî ve Alevî inancına sahip yerleşikler de yaşamaktadır. Öte yandan farklı il, ilçe, mahalle ya da köylerde de Tahtacılar yaşamaktadır. Kemalpaşa Tahtacıları söz konusu olduğunda, günümüzde ne yazık ki var olmayan Tokmakalan köyü, unutulmamalıdır…
Bir kısım yabancı kökenli, Peter Alford Andrews gibi bilim insanları, Tahtacıları Türkiye’de yaşayan farklı bir “etnik” kimlik, azınlık ve grup olarak tanımlama çabası içerisindeler. Bu tür yaklaşımlar tamamen art niyetli olup manipülatif niteliktedir. Tahtacılar, açıkça ifade ettikleri gibi kendilerini Türk ya da Türkmen kimliğiyle tanımlamaktadırlar. Konuştukları dil, örf ve adetleri ile eski Türk inançlarını andıran ritüelleri onların kesinlikle Türk kökenli olduklarını ortaya koyuyor.
Kaynakların çoğu ortak anlatımına ve kendi sözlü tanıklıklarına göre tıpkı diğer Türk boyları gibi Orta Asya kökenli olan Tahtacılar, dağınık bir biçimde değil belirli bir rota üzerinden Anadolu’ya gelirler. Bu güzergah Bağdat ve Horasan üzerinde önce Çukurova bölgesine yerleşirler, daha sonra da buradan Batı Anadolu ve Kuzey Batı Anadolu’ya yerleşerek buraları yurt tutarlar. Tahtacıların ilk durağı olan Çukurova’da bir süre kalırlar, burada Dur Hasan Dede’nin önderliğinde ikamet ederler.
Adana’dan daha batıya Mersin, Antalya, Muğla’ya; Muğla’dan da daha kuzeye Aydın, İzmir, Manisa, Balıkesir ve Çanakkale’ya kadar geniş bir coğrafyada, dağların yüksek kesimlerine yerleşirler. Süreç, Yusuf Ziya Yörükân’ın çok kıymetli çalışmasında, sözlü tanıklılara dayalı olarak şu şekilde aktarılmaktadır: “O zaman bu kadar üremiş değildik. Yedi sekiz göbeğe kadar ceddimizi bilirdik. Dur Hasan Dede, bizim on göbek kadar evvelki dedemizdir. Üç yüz elli sene evvel yaşadığını tahmin ediyoruz. Dur Hasan Dede’nin torunu Kürklü Hasan Baba, Nif civarında metfundur (defnedlmiş RS). Büyük dedemiz (üçüncü nesil) Hızır Dede, Narlıdere’ye gelmiş ve burada yatıyor. O tarihten itibaren Yanyatır Oğulları buradadır.”
Kıyı Ege’de, günümüzde İzmir Narlıdere merkezli Yanyatır Ocağı ile Aydın Reşadiye’de Hacı Emirli Ocağı olmak üzere iki Tahtacı ocağı bulunmaktadır ve Kemalpaşa Tahtacılar’ı bu iki ocaktan birine bağlıdırlar.
Tahtacıların, yakın zamanda benim de sözlü tanıklıklarına başvurduğun büyük çoğunluğu “orman ve tahta” işleri ile geçimlerini sağladığı için kendilerinin ve komşularının bu adla tanımladığı yönünde. Oysaki Çaldıran Savaşı öncesinde ve sonrasında, Yavuz Sultan Selim’in korkusu ile Toros, Spil, Nif, Kaz Dağaları’nın savunmaya en uygun yüksek kesimlerinde yaşama tercihi onları orman işleri yapmaya zorunluluğunda bırakmıştır. Tamamen ormanlarla kaplı bu güvenli yüksek noktalarda yaşayanların geçimlerini sağlamak için çok seçeneği olduğu söylenemez. Nitekim Tahtacıların en önemli geçim kaynağını orman ürünleri oluşturmaktadır.
Yakacaklık odun, tahta kaşık, kepçe, tabak, oklava, nalın, semer, kapı, hamur teknesi gibi orman ürünleri dışında küçükbaş hayvan besiciliği ve buna dayalı olarak peynir, yoğurt, tereyağı üretimi ile arıcılık yaparak yüzyıllarca hayata tutunabilmişlerdir. 18., 19. ve 20. yüzyıllarda, “Ovalı” tabir ettikleri ve karşılıklı ticari ilişki kurdukları yerleşiklere ürünlerini satarak geçimlerini sağlamışlardır. Zamanla yerleşik hayata geçmeye başladıktan, neredeyse tamamen yerleşik olduktan sonra da orman ürünlerine dayalı mesleklerini devam ettirmişlerdir. Bu konuda Yusuf Ziya Yörükân kitabındaki bir dip notta, “Buralarda ve Trakya’da rençberlikle uğraşan, başka bir ifade ile ‘tahtacılık’ yapmayan Tahtacıların bulunması, Tahtacılara bu unvanın, bir zaruret neticesi olarak dağlarda göçebelik etmeye başlamalarından sonra verilmiş olduğu ihtimalini akla getiriyor.” bilgisini aktarıyor. Yörükân’ın 1920’li yıllarda yaptığı, Tahtacılığın bir “meslek” değil bir “kimlik” olduğu görüşü, benim tezim ve tarihsel verilerle örtüşüyor.
Tahtacılar’a “Tahtacı” denilmesi ve kendilerini bu kelime ile adlandırmaları aslında ilk yazıda vurguladığım, “Günümüzde de kullanılan ‘Tahtacı’ adı ya da sıfatı, dağda yaşayan Türkmenler’e yerleşiklerin verdiği ‘yakıştırma’ bir isimdir ve bu adlandırma, kendilerine o kadar yapışır ki dağda yaşayan Türkmenler zamanla kendilerini tanımlamak için de bu adı kullanılmaya başlar. Kemalpaşa Çınar köyünden Mehri Işık ve Veli Işık’ın anlatımlarındaki ‘bizimkiler çıkmış dağın başına, bıçkı yapmış, dört tahta biçermiş, yüklermiş hayvanına, pazar yerine getirip satarmış. Üç beş ekmek alır gidermiş çocuklarına… Tahtaları yüklemiş gelmiş adam, gelince mesela komşuya sen haber ediyormuşsun ‘Tahtacı geldi’ … ‘Tahtacı geldi, Tahtacı’. O isim öyle kalır.” ifadesi, bu ‘Tahtacı’ adlandırmasını birebir doğruluyor.”
Tahtacılık, zaman içerisinde -özellikle de yakın dönemde- hem kendileri nezdinde hem de çevresindekilerin gözüyle sadece “mesleki” bir adlandırma ve nitelendirme boyutuna indirgeniyor. Ya da sadece inançsal boyutta algılanıyor. Burada Ayşe Yetişen’in şu cümlelerini önemsiyorum: “İnanç kültürlerinde ve yaşam tarzlarında, Şamanizm’e ilişkin ispat niteliğinde deliller bulunmasıyla beraber korudukları bu kültür, Alevilik inanç ve töreleriyle harmanlanmıştır. İçerisinde Türkçe’den özünde birçok kelime barındıran, günümüze kadar süregelen bir konuşma dili kullanmaktadırlar.”
Farklı bölgelerde yaşayan Tahtacılar’ı çok bilmiyorum ama Kemalpaşa kökenli Tahtacılar’ın mesleklerini devam ettirmek ve aslında daha çok geçimlerini sağladığı asıl kaynağın çokça tüketilmesinden dolayı Mersin, Karaman hatta Kastamonu ormanlarında kesime giderler.
Günümüzde Kemalpaşa Tahtacıları’nın tamamı yerleşik hayata geçmiş durumdadır. Bu tabii bir süreçtir; onları dağlık kesimlere mecbur eden korku ikliminin giderek azalması, “Ovalı” diye tabir ettikleri kesimle kurdukları ticari ilişkiler ilk adımlar olarak algılanabilir. Ancak geleneksel yaşama biçimini tamamen terk etmeleri, ormanlık alanların nüfusu besleyecek miktarın altına düşmesi, ormanları korumak adına çıkarılan yasalar ve özellikle bu yasaların orman bekçileri tarafından keyfi uygulanması yanında toplumun meta olarak orman kaynaklı ürünlere değil daha çok metal ürünlere yönelmesi de gösterilebilir. Teknolojik ve ekonomik bu sebepler yanında çok da göze batmayan bir faktöre Rıza Yetişen değiniyor: Katırcı Yani ve benzeri Rum eşkıya çeteleri. Dağdan odun kesmenin hayati riskini acı örneklerle yaşayan Tahtacılar’ın eşkıya tarafından gasp edilmek ve hatta öldürülmek tehdidine maruz kalmaları onları artık daha güvenli olan yerleşik yaşama biçimine yönlendirmiş.
Kemalpaşa’da Tahtacılar ile diğer meskunlar arasındaki ilişkiler son derece dostani ve sıcaktır. Öyle ki Ali Naili Erdem (d. 1927, Kemalpaşa) anılarında çocukluk ve gençlik yıllarının Kemalpaşa ilçesinden söz ederken “Bir de Tahtacılar vardı. Soğukpınar mevkiinde ikâmet ederlerdi. Değişik bir topluluktular. Bir renk dünyasının temsilcileriydiler adeta. Erkekleri gür bıyıklı, hanımları ise kat kat, allı pullu etekliydiler. Amazon savaşçılarına benzerlerdi. Diri ve canlı. Her sabah katırlarıyla dağa çıkarlar, gün batımına doğru kestikleri odunları sokaklarda dolaşarak satarlardı. İbrahim Çavuş başlarıydı. Onun haberi veya izni olmadan bir şey yapmazlardı. Aşağı yukarı tüm sorunlarını kendi aralarında çözerlerdi… Sırnaşık insanlar değillerdi… Genelde dürüst olup kimsenin tavuğuna kış demezlerdi.”
Günümüzde Tahtacılar, çevreyi korumaya duyarlı kamuoyu nazarında “geçimini ormanda ağaç keserek, ağaçları yok ederek sağlayan” bir kitle olarak algılanabilir. Bu konuya da değinmeden geçmek istemiyorum açıkçası. Tahtacılar’ın orman ve ağaçla ilişkisi insanların arasındaki dostluktan çok daha sağlam bir yakınlıktır. Halil Sulu’nun ve benim bizzat pek çok Tahtacı’dan dinlediğim şekliyle “her kestikleri ağaçtan sonra, doğaya ve yeşile önem verdikleri için iki tane fidan dikiyorlar ağacın yanına. Ayrıca orman kesimine başlamadan önce kurban keserler.” Çünkü Tahtacılar’a göre, Mehri ve Veli Işık’ın vurguladığı biçimiyle “Ormanın olmadığı yer vatan, çocuğun olmadığı yer yuva sayılmaz.”
Kültür ve inançlarına son derece düşkün olan Tahtacılar’ın mutlaka vurgulanması gereken bir özelliği de misafirperver oluşlarıdır. Bu nedenle “arka cebinde bir tahta kaşık taşımanın bir Tahtacı köyünde yaşamak için yeterli olduğunu bura(lar)da kişinin kesinlikle aç kalmayacağını gururla” ifade ederler. Aşağıda yaşadıklarını nakledeceğim Hatice Nine de bu misafirperverliğin bence en tipik biraz da trajik örneklerinden sadece birisidir.
Günümüzde Kemalpaşa Tahtacıları’nın Yukarı Kızılca dışındaki tamamı ova yerleşimidir. Bu yerleşimlerin en tipik örneği ise artık bugün tamamen metruk bulunan Tokmakalan köyüdür. Tokmakalan köylülerinin 1960’lı yıllarda köylerini bırakarak Turgutlu’ya yerleşmelerinden sonra yaşadıkları yerde bir mezarlık ve değerli şair yazar Ayşe Yetişen’in “Tokmakalan” başlıklı kitabında anlattıklarının dışında neredeyse elimizde hiçbir şey kalmamış. Hatice Nine’nin 1981 yılında yaşadıklarını, defalarca okuduğum ve okumanız için ısrarla önerdiğim Ayşe Yetişen’in kitabından olduğu gibi aktarıyorum:
“12 Eylül öncesi devrimci çocuklara yardım ve yatakçılıktan Hatice nineyi göz altına alıp hakimin karşısına çıkarmışlar. Hakim Hatice nineye
‘Sen bu gençlere ekmek vermişsin, eve alıp yemek yedirmişsin, öyle mi?’ demiş.
Hatice nine, ‘Hakim bey gül yüzlü çocuklardı, kapıma gelirlerse onlara yemek ekmek verirdim; sonra ben kapıma gelene sofra açmadan salmam ki!’ demiş.
‘Peki’ demiş hakim, ‘Hatice ana sen bu gençler illegal demedin mi?’
‘Yok hakim bey, ben onlara illa galın demedim.’ demiş.
‘Yemin eder misin bunların illegal olduğunu bilmediğine.’ demiş hakim bey.
Hatice nine, ‘Şah Hüseyin’in başı için ben bunlara illa galın demedim.’ demiş.
Hakim, ‘Böyle yemin mi olur, başka yemin et!’ demiş.
Hatice nine, ‘Gara coğ beni taş kessin ki dediğim doğrudur.’ demiş.
Hakim, ‘Olmadı başka yemin et.’ demiş.
Hatice nine, ‘Aha Hüseyin Abdal’ın niyazı.’ demiş.
Hakim, ‘O da kim, böyle yemin mi olur?’ deyince Hatice nine muhtara dönmüş:
‘Ula muhtar bu hakim yezit mi yoksa, hiç kimseyi tanımıyor.’ demiş.