38,2552$% 0.34
43,8333€% 0.15
51,0885£% 0.12
4.075,24%0,33
3.326,81%0,01
9.317,24%-0,84
Günümüzde Tahtacılar ağırlıklı olarak Yukarı ve Aşağı Kızılca, Soğukpınar, Çınar mahallelerinde ikamet etmektedirler. Ancak bu yerlerdeki yaşayanların tümü Tahtacı olmadığı gibi kısmen Sünnî ve Alevî inancına sahip yerleşikler de yaşamaktadır. Öte yandan farklı il, ilçe, mahalle ya da köylerde de Tahtacılar yaşamaktadır. Kemalpaşa Tahtacıları söz konusu olduğunda, günümüzde ne yazık ki var olmayan Tokmakalan köyü, unutulmamalıdır…
Bir kısım yabancı kökenli, Peter Alford Andrews gibi bilim insanları, Tahtacıları Türkiye’de yaşayan farklı bir “etnik” kimlik, azınlık ve grup olarak tanımlama çabası içerisindeler. Bu tür yaklaşımlar tamamen art niyetli olup manipülatif niteliktedir. Tahtacılar, açıkça ifade ettikleri gibi kendilerini Türk ya da Türkmen kimliğiyle tanımlamaktadırlar. Konuştukları dil, örf ve adetleri ile eski Türk inançlarını andıran ritüelleri onların kesinlikle Türk kökenli olduklarını ortaya koyuyor.
Kaynakların çoğu ortak anlatımına ve kendi sözlü tanıklıklarına göre tıpkı diğer Türk boyları gibi Orta Asya kökenli olan Tahtacılar, dağınık bir biçimde değil belirli bir rota üzerinden Anadolu’ya gelirler. Bu güzergah Bağdat ve Horasan üzerinde önce Çukurova bölgesine yerleşirler, daha sonra da buradan Batı Anadolu ve Kuzey Batı Anadolu’ya yerleşerek buraları yurt tutarlar. Tahtacıların ilk durağı olan Çukurova’da bir süre kalırlar, burada Dur Hasan Dede’nin önderliğinde ikamet ederler.
Adana’dan daha batıya Mersin, Antalya, Muğla’ya; Muğla’dan da daha kuzeye Aydın, İzmir, Manisa, Balıkesir ve Çanakkale’ya kadar geniş bir coğrafyada, dağların yüksek kesimlerine yerleşirler. Süreç, Yusuf Ziya Yörükân’ın çok kıymetli çalışmasında, sözlü tanıklılara dayalı olarak şu şekilde aktarılmaktadır: “O zaman bu kadar üremiş değildik. Yedi sekiz göbeğe kadar ceddimizi bilirdik. Dur Hasan Dede, bizim on göbek kadar evvelki dedemizdir. Üç yüz elli sene evvel yaşadığını tahmin ediyoruz. Dur Hasan Dede’nin torunu Kürklü Hasan Baba, Nif civarında metfundur (defnedlmiş RS). Büyük dedemiz (üçüncü nesil) Hızır Dede, Narlıdere’ye gelmiş ve burada yatıyor. O tarihten itibaren Yanyatır Oğulları buradadır.”
Kıyı Ege’de, günümüzde İzmir Narlıdere merkezli Yanyatır Ocağı ile Aydın Reşadiye’de Hacı Emirli Ocağı olmak üzere iki Tahtacı ocağı bulunmaktadır ve Kemalpaşa Tahtacılar’ı bu iki ocaktan birine bağlıdırlar.
Tahtacıların, yakın zamanda benim de sözlü tanıklıklarına başvurduğun büyük çoğunluğu “orman ve tahta” işleri ile geçimlerini sağladığı için kendilerinin ve komşularının bu adla tanımladığı yönünde. Oysaki Çaldıran Savaşı öncesinde ve sonrasında, Yavuz Sultan Selim’in korkusu ile Toros, Spil, Nif, Kaz Dağaları’nın savunmaya en uygun yüksek kesimlerinde yaşama tercihi onları orman işleri yapmaya zorunluluğunda bırakmıştır. Tamamen ormanlarla kaplı bu güvenli yüksek noktalarda yaşayanların geçimlerini sağlamak için çok seçeneği olduğu söylenemez. Nitekim Tahtacıların en önemli geçim kaynağını orman ürünleri oluşturmaktadır.
Yakacaklık odun, tahta kaşık, kepçe, tabak, oklava, nalın, semer, kapı, hamur teknesi gibi orman ürünleri dışında küçükbaş hayvan besiciliği ve buna dayalı olarak peynir, yoğurt, tereyağı üretimi ile arıcılık yaparak yüzyıllarca hayata tutunabilmişlerdir. 18., 19. ve 20. yüzyıllarda, “Ovalı” tabir ettikleri ve karşılıklı ticari ilişki kurdukları yerleşiklere ürünlerini satarak geçimlerini sağlamışlardır. Zamanla yerleşik hayata geçmeye başladıktan, neredeyse tamamen yerleşik olduktan sonra da orman ürünlerine dayalı mesleklerini devam ettirmişlerdir. Bu konuda Yusuf Ziya Yörükân kitabındaki bir dip notta, “Buralarda ve Trakya’da rençberlikle uğraşan, başka bir ifade ile ‘tahtacılık’ yapmayan Tahtacıların bulunması, Tahtacılara bu unvanın, bir zaruret neticesi olarak dağlarda göçebelik etmeye başlamalarından sonra verilmiş olduğu ihtimalini akla getiriyor.” bilgisini aktarıyor. Yörükân’ın 1920’li yıllarda yaptığı, Tahtacılığın bir “meslek” değil bir “kimlik” olduğu görüşü, benim tezim ve tarihsel verilerle örtüşüyor.
Tahtacılar’a “Tahtacı” denilmesi ve kendilerini bu kelime ile adlandırmaları aslında ilk yazıda vurguladığım, “Günümüzde de kullanılan ‘Tahtacı’ adı ya da sıfatı, dağda yaşayan Türkmenler’e yerleşiklerin verdiği ‘yakıştırma’ bir isimdir ve bu adlandırma, kendilerine o kadar yapışır ki dağda yaşayan Türkmenler zamanla kendilerini tanımlamak için de bu adı kullanılmaya başlar. Kemalpaşa Çınar köyünden Mehri Işık ve Veli Işık’ın anlatımlarındaki ‘bizimkiler çıkmış dağın başına, bıçkı yapmış, dört tahta biçermiş, yüklermiş hayvanına, pazar yerine getirip satarmış. Üç beş ekmek alır gidermiş çocuklarına… Tahtaları yüklemiş gelmiş adam, gelince mesela komşuya sen haber ediyormuşsun ‘Tahtacı geldi’ … ‘Tahtacı geldi, Tahtacı’. O isim öyle kalır.” ifadesi, bu ‘Tahtacı’ adlandırmasını birebir doğruluyor.”
Tahtacılık, zaman içerisinde -özellikle de yakın dönemde- hem kendileri nezdinde hem de çevresindekilerin gözüyle sadece “mesleki” bir adlandırma ve nitelendirme boyutuna indirgeniyor. Ya da sadece inançsal boyutta algılanıyor. Burada Ayşe Yetişen’in şu cümlelerini önemsiyorum: “İnanç kültürlerinde ve yaşam tarzlarında, Şamanizm’e ilişkin ispat niteliğinde deliller bulunmasıyla beraber korudukları bu kültür, Alevilik inanç ve töreleriyle harmanlanmıştır. İçerisinde Türkçe’den özünde birçok kelime barındıran, günümüze kadar süregelen bir konuşma dili kullanmaktadırlar.”
Farklı bölgelerde yaşayan Tahtacılar’ı çok bilmiyorum ama Kemalpaşa kökenli Tahtacılar’ın mesleklerini devam ettirmek ve aslında daha çok geçimlerini sağladığı asıl kaynağın çokça tüketilmesinden dolayı Mersin, Karaman hatta Kastamonu ormanlarında kesime giderler.
Günümüzde Kemalpaşa Tahtacıları’nın tamamı yerleşik hayata geçmiş durumdadır. Bu tabii bir süreçtir; onları dağlık kesimlere mecbur eden korku ikliminin giderek azalması, “Ovalı” diye tabir ettikleri kesimle kurdukları ticari ilişkiler ilk adımlar olarak algılanabilir. Ancak geleneksel yaşama biçimini tamamen terk etmeleri, ormanlık alanların nüfusu besleyecek miktarın altına düşmesi, ormanları korumak adına çıkarılan yasalar ve özellikle bu yasaların orman bekçileri tarafından keyfi uygulanması yanında toplumun meta olarak orman kaynaklı ürünlere değil daha çok metal ürünlere yönelmesi de gösterilebilir. Teknolojik ve ekonomik bu sebepler yanında çok da göze batmayan bir faktöre Rıza Yetişen değiniyor: Katırcı Yani ve benzeri Rum eşkıya çeteleri. Dağdan odun kesmenin hayati riskini acı örneklerle yaşayan Tahtacılar’ın eşkıya tarafından gasp edilmek ve hatta öldürülmek tehdidine maruz kalmaları onları artık daha güvenli olan yerleşik yaşama biçimine yönlendirmiş.
Kemalpaşa’da Tahtacılar ile diğer meskunlar arasındaki ilişkiler son derece dostani ve sıcaktır. Öyle ki Ali Naili Erdem (d. 1927, Kemalpaşa) anılarında çocukluk ve gençlik yıllarının Kemalpaşa ilçesinden söz ederken “Bir de Tahtacılar vardı. Soğukpınar mevkiinde ikâmet ederlerdi. Değişik bir topluluktular. Bir renk dünyasının temsilcileriydiler adeta. Erkekleri gür bıyıklı, hanımları ise kat kat, allı pullu etekliydiler. Amazon savaşçılarına benzerlerdi. Diri ve canlı. Her sabah katırlarıyla dağa çıkarlar, gün batımına doğru kestikleri odunları sokaklarda dolaşarak satarlardı. İbrahim Çavuş başlarıydı. Onun haberi veya izni olmadan bir şey yapmazlardı. Aşağı yukarı tüm sorunlarını kendi aralarında çözerlerdi… Sırnaşık insanlar değillerdi… Genelde dürüst olup kimsenin tavuğuna kış demezlerdi.”
Günümüzde Tahtacılar, çevreyi korumaya duyarlı kamuoyu nazarında “geçimini ormanda ağaç keserek, ağaçları yok ederek sağlayan” bir kitle olarak algılanabilir. Bu konuya da değinmeden geçmek istemiyorum açıkçası. Tahtacılar’ın orman ve ağaçla ilişkisi insanların arasındaki dostluktan çok daha sağlam bir yakınlıktır. Halil Sulu’nun ve benim bizzat pek çok Tahtacı’dan dinlediğim şekliyle “her kestikleri ağaçtan sonra, doğaya ve yeşile önem verdikleri için iki tane fidan dikiyorlar ağacın yanına. Ayrıca orman kesimine başlamadan önce kurban keserler.” Çünkü Tahtacılar’a göre, Mehri ve Veli Işık’ın vurguladığı biçimiyle “Ormanın olmadığı yer vatan, çocuğun olmadığı yer yuva sayılmaz.”
Kültür ve inançlarına son derece düşkün olan Tahtacılar’ın mutlaka vurgulanması gereken bir özelliği de misafirperver oluşlarıdır. Bu nedenle “arka cebinde bir tahta kaşık taşımanın bir Tahtacı köyünde yaşamak için yeterli olduğunu bura(lar)da kişinin kesinlikle aç kalmayacağını gururla” ifade ederler. Aşağıda yaşadıklarını nakledeceğim Hatice Nine de bu misafirperverliğin bence en tipik biraz da trajik örneklerinden sadece birisidir.
Günümüzde Kemalpaşa Tahtacıları’nın Yukarı Kızılca dışındaki tamamı ova yerleşimidir. Bu yerleşimlerin en tipik örneği ise artık bugün tamamen metruk bulunan Tokmakalan köyüdür. Tokmakalan köylülerinin 1960’lı yıllarda köylerini bırakarak Turgutlu’ya yerleşmelerinden sonra yaşadıkları yerde bir mezarlık ve değerli şair yazar Ayşe Yetişen’in “Tokmakalan” başlıklı kitabında anlattıklarının dışında neredeyse elimizde hiçbir şey kalmamış. Hatice Nine’nin 1981 yılında yaşadıklarını, defalarca okuduğum ve okumanız için ısrarla önerdiğim Ayşe Yetişen’in kitabından olduğu gibi aktarıyorum:
“12 Eylül öncesi devrimci çocuklara yardım ve yatakçılıktan Hatice nineyi göz altına alıp hakimin karşısına çıkarmışlar. Hakim Hatice nineye
‘Sen bu gençlere ekmek vermişsin, eve alıp yemek yedirmişsin, öyle mi?’ demiş.
Hatice nine, ‘Hakim bey gül yüzlü çocuklardı, kapıma gelirlerse onlara yemek ekmek verirdim; sonra ben kapıma gelene sofra açmadan salmam ki!’ demiş.
‘Peki’ demiş hakim, ‘Hatice ana sen bu gençler illegal demedin mi?’
‘Yok hakim bey, ben onlara illa galın demedim.’ demiş.
‘Yemin eder misin bunların illegal olduğunu bilmediğine.’ demiş hakim bey.
Hatice nine, ‘Şah Hüseyin’in başı için ben bunlara illa galın demedim.’ demiş.
Hakim, ‘Böyle yemin mi olur, başka yemin et!’ demiş.
Hatice nine, ‘Gara coğ beni taş kessin ki dediğim doğrudur.’ demiş.
Hakim, ‘Olmadı başka yemin et.’ demiş.
Hatice nine, ‘Aha Hüseyin Abdal’ın niyazı.’ demiş.
Hakim, ‘O da kim, böyle yemin mi olur?’ deyince Hatice nine muhtara dönmüş:
‘Ula muhtar bu hakim yezit mi yoksa, hiç kimseyi tanımıyor.’ demiş.
GALİP ATAR, 3500 KİŞİ İLE GÖNÜL SOFRASINDA BİRARAYA GELDİ